ÖNSÖZ:
Şu anda binin üzerinde İngilizce tıp dergisi var ve 1980 'de yalnız
İngiltere'de 3000 civarında tıp kitabı yayınlandı. Bu sebeple kendimi en çok,
başka yerlerde yayınlanmış yazıları irdeleyen ve kolayca gözden kaçabilecek
kaynaklara işaret eden dergilere borçlu hissediyorum. Tıbbi jargonu
kullanmamaya çalıştım; klinik deyimlerden çok konuşma dilinin deyimlerini
kullandım. Fakat yazılış açısından, geçerli tıbbi temayüle göre davrandım ki,
mesela diftongların atılmasında temayül genellikle daha hassas olma yönündedir.
Tıbbın Öcü 1970'lere kadar
eleştirilere pek itibar edilmedi; hastalıklı şartlar camianın kendi işiydi ve
doktorların bir rahatsızlık duymamalarının asıl sebebi de doğrusu buydu. Bu
eleştiri sahiplerinin en hırçını olan eski rahip Ivan Illich, kitabında şunu
vazediyordu: ''tıp örgütü sağlık için büyük bir tehdit oluşturuyor''. O'na göre
tıp camiası hemen bütün kaynaklarını, etkili olduğu takdirde gelir ve
statülerini azaltacak koruyucu tıptan ziyade kendilerine para ödenme sebebi
olan tedaviye yoğunlaştırıyorlardı. Bu halk açısından yalnızca bir hata
değildi; müdahalelerin pek çoğu gereksiz olduğundan gerçekte insanları daha
sağlıksız yapıyordu. Cerrah, hastalarının ihtiyaçlarından çok bankadaki
hesabının hacmiyle ilgiliydi; doktor, kullandığı ilaçların yan etkilerinin yol
açtığı iatrojenik hastalıklar yüzünden gerçekte hastalarını daha hasta
ediyordu.
I. BÖLÜM KALP HASTALIĞI
Kalp hastalığı, yaşlılığın
bir tezahürü olarak görülürdü. Kalp krizleri konusunda iki risk unsuru
belirlendi: arterlerin yağlı bir maddeyle, kolesterolle kirlenmesi ve kanın
pıhtılaşıp tromboz oluşması.
İkinci Dünya Savaşından
sonraki ölüm istatistikleri kalp hastalığından ölenlerin gittikçe arttığını
gösterince bir0 sürü anti-koagulan (pıhtılaşmayı önleyen) madde piyasaya çıktı.
Anjina şikayeti olanlar veya kriz geçirenler neredeyse tıbbın ihmal ettikleri
gibi görüldü. Fakat bu durum, kalp krizlerinden ölümün giderek artmasının önüne
geçemedi. Hayat kurtarmaması bir yana, beyin gibi hayati dokularda sık sık iç
kanamaya yol açıp ölümlere sebebiyet verdiği bilindiği halde, bu tedavi şekline
lüzumsuz yere büyük miktarda para harcanıyordu. Kalp cerrahisini kolaylaştıran
yoğun bakım ünitelerinin ortaya çıkıp 1967'de Christiaan Barnard'ın, Cape
Town'da ilk kalp naklini gerçekleştirmesi modern tıbbın en yüksek başarısı
olarak selamlanandı . Kalp nakli yapılan çok geçmeden pnömoniden öldüğünde,
yabancı kalbin reddinin önlenmesi için kullanılan ilaçlar hastayı infeksiyona
duyarlı hale getirdiği anlaşıldı. Ameliyatın benzeri dünyanın diğer yerlerinde
yapılıp, genellikle üzücü sonuçlanınca tepki başladı. Framingham
İstatiklerin
değerlendirilmesine dayanan epidemiyolojik metod yeni değildi. Bu metod en
çarpıcı başarısını 1854'de Londralı doktor John Snow'un şehrin değişik
yerlerindeki kolera vakalarındaki istatistiklere dayanarak, ''hastalığın asıl
sorumlusunun kirli havadan ziyade, belli kuyulardaki içme suyu olduğunu''
söyleyen hipotezi doğrulandığı zaman kazanmıştı. Snow'un başarısı fazla ilgi
görmedi. Bir grip salgını sırasında hastalığın seyrini öngörerek immünizasyon
gibi koruyucu tedbirlerin zamanında alınmasını sağlaması dışında epidemiyoloji
de tıbbın çok önemli olmayan bir disiplini olarak görülmeye devam etti.
STRES 1969'DA,
Fram İngham araştırmasının dışında, başka bir muhtemel risk faktörü
daha meydana çıkmıştı: Psikososyal stres. 18. yy.da cerrah John Hunter,
kalbinin ve hayatının, kendisini öfkelendirecek bir budalanın elinde olduğuna
işaret ediyor, hastane kurulunun bir toplantısı sırasında ölümü bu düşüncesini
doğruluyordu. Illınois Üniversitesi psikiyatri profesörü Franz Alexandr
1939'da, vakaların tetkikinden yola çıkarak, herhangi görünür bir sebep olmadan
kan basıncının devamlı olarak normalin üstünde olduğu '' eşansiyel '' hiper
tansiyonun temelini tanımladı: Bastırılıp biriken saldırgan dürtüler, yani
baskıların kendisinin şiddetinden çok, kişinin bu hissi baskılara tepki
gösterme şekli. Flanders Dunbar 1947'de yayınlanan ''Mind and Body''- ''Zihin
ve Beden ''- adlı eserinde kalp hastalığından muzdarip insanları, ''kendilerine
karşı insaf duymadan ve görünüşte de bir zevk almadan sıkı bir şekilde çalışan
tiker'' diye niteliyordu.
1952' de Cincinnathi
Üniversitesin' den iki araştırmacı, kalp krizi sebebiyle hastahanelere
getirilen her dört hastadan üçünün yakın geçmişte bardağı taşıran son damla
olan, ruhi stres yaratan bir olay yaşadıklarını bildirdiler. İlaç ve stresin
beraberce yaptıkları hasar, stresi takiben kalp krizinden ölen kişilerin
otopsilerinde karşılaşılan hasara çok benziyordu. Cırculatıon adlı tıp
dergisinde editör olan H. R. Sprague'nun 1958'de yazdığı ''hastalık ve stres''
alaycı yorum o zamanlar bayağı kabul gördü. Sprague soruyordu: Kesinlikle bir
stres belirtisi olan intiharın bu kadar yaygın olduğu Japonya'da niçin kalp
hastalığı nispeten az görülüyor?Kalp savaş zamanlarında neden azalma eğilimi
gösteriyor?Manik depresif hastalar niçin diğer insanlara göre daha riskli
değiller?
1964'te ''Journal of Chronic
Diseases2', Nort Dakota'da kalp hastalığıyla ilgili sosyal ve kültürel
faktörlerin araştırılmasıyla ortaya çıkan sonucu yayınladı. Sigara ve yağ
tüketimi gibi risk faktörlerinden bağımsız olarak, sık sık ev değiştirenler
daha fazla tehlike altındaydılar. Şehirlerde oturanlar içinde risk, şehir
dışında oturanlara karşı üç kat fazlaydı.
LOBİLER
Zihnin kalp hastalığında sorumluluğu bulunduğu fikri ve bunun
getirdiği bulgular, bu konuda yılların getirdiği önyargı yüzünden, değil kalp
hastalığını önlemek için kullanılmak ilk zamanlar pek dikkate dahi alınmadı.
Ama 1960'lı yıllarda diğer ülkelerde de yapılan ve Framingham bulgularını
doğrulayan araştırmalar, sigara aleyhinde, hayvani yağ ile kolesterolün az
tüketimi lehinde ve yüksek tansiyonlu kişileri durumlarına müdahale etmeye sevk
edecek bir kampanya ile kalp hastalığının önüne geçebileceği yolunda bir
anlayışa ön ayak oluyordu. Nixon yönetimi tarafından bu ''salgın'' konusunda
tavsiyelerde bulunmak üzere 1970'te kurulan ''Kalp Hastalığı Kaynakları için
Toplum Komisyonu'' özellikle önemli risk faktörüyle hastalık arasında sebep
sonuç ilişkisi olduğunu destekler tavır aldı. Artık diyet alışkanlıklarındaki
gerekli değişiklikleri sağlamaya yönelik, hem kamuoyuna, hem ilgililere dönük eğitici
ve destekleyici bir programla birlikte sigara içmenin yol açtığı zararları
vurgulayan bir kampanya ve basın- yayında sigara reklamının yasaklanması
ihtiyacı vardı. Aynı zamanda hipertansiyonu araştırmak ve kontrol altına almak
için milletçe büyük bir çaba gösterilmeliydi.
Amas kamuoyunu domuz etinin,
tereyağının ve peynirin birer tehdit unsuru olabileceğine inandırmak ve onları
sigara içmekten vazgeçirmek bayağı zor bir işti. Süt ürünleri ve tütünün
tüketimini böyle birden azaltacak tedbirler almak yalnızca vatandaşın kendi
sağlığıyla, hükümetin dadılığına başvurmadan, kendisinin ilgilenmesini savunan
seçmenleri karşısına almakla kalmayacak, çiftçi ve tütün lobileri de Nixon'un
aleyhine çevirecekti. Yönetim bu gibi tedbirlerin tavsiyesini tıp camiasına
bırakmaya karar verdi.
HİPERTANSİYON
Yüksek kan basıncının bazı
hastalıklarla beraber görüldüğü uzun zamandır bilinen bir şeydi, ama insanı
şüphelendirecek bir belirti vermediğinden genellikle kendi başına müdahaleyi
gerektirecek bir hastalık olarak değerlendirilmemişti. Sonunda, yüzyılın
başında saygın bilim adamı Sir Clifford Allburtt, ''hyperpiesia'' dediği yüksek
tansiyonu ciddiye almak gerektiğine arkadaşlarını ikna etti.
Framingham bulguları ilaç
endüstrisi için yeni bir teşvik oldu. Trankilizan ve diüretiklerle yapılan
denemeler çok takdir topladı. Fakat yükselen kalp krizinden ölüm oranını
düşüremedikleri gibi, kötü yan etkileri de vardı.1962' de William Ewans
anti-koagülanlar için yaptığı tenkidini bu kez yeni tansiyon ilaçlarını da
içine alacak şekilde tekrarladı. Hipertansiyonun tedavisi için o zamana kadar
58 tane madde tavsiye edildiğini söylüyordu.''İlk çıkanların faydası olmasa da
pek zararı yoktu; daha etkili olan sonrakilerinse konjunktivit, kas ağrısı,
deri döküntüsü, eklemlerde şişme, lupus eritematosus, sinirlilik, depresif
psikoz, idrar tutulması, anevrizma ve felç gibi yan etkileri görüldü.''Evans'a
göre hipertansiyonun '' sebeplerini çözmeyen bu ilaçlardan vazgeçilmesinin
zamanı çoktan geçmişti.
Evans'ın uyarılarına yine
aldırış edilmedi. Kardiyologlar yapımcıların tarafından daha büyük gürültüyle
piyasaya sürülecek 59. İlacın daha iyi ve daha güvenilir olacağına
inanıyorlardı. Ve1970' lerin başında kurtarıcı geldi: Hormonların aktivitesini
engelleyerek ağrıyı azaltan ''beta -blokerler''. Aslında anjina için çare
olarak piyasaya çıktığı halde kısa zaman sonra kan basıncını düşürmek ve
aritminin önüne geçmek için geniş biçimde kullanılmaya başladılar.
1974'te, ICI firmasının
çıkarttığı Eraldin isimli ilacı kullanan bazı hastalarda görme bozukluğu yapan
kornea zedelenmesi meydana geldiğini bildiren bir notla doktorlar uyarıldılar.
Doktorlardan gelen cevaplardan bu yan etkinin sanılandan çok daha yaygın olduğu
anlaşılmakla kalmayıp sağırlık, pertonit, plözeri gibi yan etkilerin varlığı da
ortaya çıkıyordu. İlacın piyasadan çekilmesi kararı alınana kadar yan etkilere
bağlı 18 ölüm ve 600' den fazla ciddi hasar vakası bildirilmişti: Deride
yamalar halinde pul pul olmuş tabakalar, lupus eritematosus, hastaların
gözlerini suni olarak nemlendirmelerini gerektirecek derecede gözyaşı
bezlerinin zayıflaması. Yirmi kadar hastada körlük belirmişti.
1978'te Charing Cross
Hastanesi'nde danışman kardiyoloog olan Peter Nixon ''lancet '' dergisine
gönderdiği mektupta, bir kalp uzmanının zamanının büyük bir kısmını iatrojenik
rahatsızlıklarla uğraşarak geçirmek zorunda kaldığını ve kendi tecrübesine göre
bu rahatsızlıkların beta- blokerlerle birlikte büyük ölçüde arttığını yazdı.
Eraldin dışındaki beta-blokerlerin güvenilirliğine uzun zamandır inanıldığı için
Nixon'un uyarıları pek dikkate alınmadı .Fakat birkaç ay sonra ''British
Medical Journal''de çıkan yazıda hipertansiyon tedavisi sebebiyle meydana
gelmiş körlük vakası bildiriliyor, editör tarafından üzüntülü bir dille kaleme
alınan yazıdaysa aynı sebeple meydana gelmiş diğer ciddi yan etkilerin söz
konusu olduğu bazı vakalardan bahsediliyordu.
KORONER BAKIM
1970'lere gelindiğinde hipertansiyonun tedavisiyle ilgili aksilikler
kardiyologları eskisinden daha az ilgilendiriyordu. Ellerinde daha önemli
meseleler vardı; hayat ve ölüm meseleleri. Kalp krizi geçiren veya kalp
aritmisi olan lertaların ambulansla getirilip, nabızdaki düşme veya yanlış bir
kalp vurumu gibi durumlarındaki en ufak değişmeyi bildirerek hemen gerekli
önlemin alınmasını sağlayan cihazlara bağlandığı yoğun bakım üniteleri 1950'
lerde hizmete girmişti. Yokluklarında kaybedilecek birçok hayatın kurtarıcısı
sıfatıyla bu servisler sıklıkla ziyaretçilere hastanelerin en gurur duyduğu
bölümler olarak gösteriliyordu. Fakat yavaş yavaş bu servislerin kalp krizinden
sonraki yaşama oranına ne kadar az katkıda bulunduğu anlaşılmaya başladı.
Birincisi, ancak zamanında hastaneye yetiştirilen hastaları
kurtarabiliyorlardı.1972' de yayınlanan bir rapora göre Edinburgh'ta yapılan
bir araştırma, kalp krizinden ölümlerin yaklaşık yarısının kriz başladıktan
sonra bir saat içinde, kalanın yüzde yirmisininde hastaneye yetişmeden
gerçekleştiğini ortaya koymuştu.
Koroner bakım üniteleri
hastaya verdikleri bazan epey uzayan sıkıntı yüzünden de tenkit ediliyorlardı.
Dr. John S. Bradshaw, British Medical Journel 'de şöyle diyordu: '' Hastayı
zillerin çınladığı, ışıkların yanıp söndüğü ünitelere kapayıp bütün bu stres
yüzünden onun neredeyse psikiyatrik bir rahatsızlık sahibi olmasına sebep
oluyoruz. Koroner bakım konusunda bayağı endişeleri olan kardiyolog Peter Nixon
1978'de görevli bulunduğu Charıng Cross Hastanesi'nde konu hakkında tartışmaya
davet eden bir memorandum yaptı. Lancet dergisindeki yazısında Nixon: ''Hastane
ve hastane öncesi koroner bakımın hayat kurtarıcı değeri hususunda süren
iddialara ve bu şartların hazırlanması için harcanan büyük miktardaki maddi ve
insani kaynağa rağmen, miyokard infarktüsünden ölüm oranı değişmemiştir.''
BY-PASS CERRAHİSİ
Yüzyılın başından beri anjinanın tedavisi için değişik ameliyat
biçimleri denenmiş, bunların faydası konusunda heyecan verici ilk raporları
sonradan hep hayal kırıklığı izlemiş ve sonunda yüksek ölüm oranı sebebiyle
bunlardan vazgeçilmişti. İlk başarılı by- pass transplantı, artere eklenen bir
ven yardımıyla 1967'de yapıldı; bunun başarısı kaçınılmaz olarak Barnard'ın
aynı yıl gerçekleştirdiği kalp transplantasyonuyla gölgelendi. Bir kere
ustalaştıktan sonra ameliyat nispeten basitti ve vwewnin hastanın kendi
vücudundan alınabilmesi graft reddi problemini önlüyordu.
Londralı psikiyatrist Eliot
Slater Britsh Medical Journal'a 1971'de yazdığı Sağlık Servisi mi Hastalık
Servisi mi adlı yazısında, tıp mesleğinin hedefinin sağlığı sağlamak ve devam
ettirmek, bunu yapamıyorsa en azından acıyı hafifletmek ve hastayı teskin etmek
olması gerektiğini, bu hedefin ''neye mal olursa olsun hayatı devam ettirmek''
olamayacağını, çünkü ilk hedef gerçekleştirildikten sonra ikincisinin kendi
kendine hallolabileceğini ve bunu halletmenin doktorun görevlerinden olmadığını
söylüyordu. Slater' in endişesinin sebebi bu gerçeğin unutuluyor olması ve
hastanelerin gurur ve prestij kaynağı olan yoğun bakım, hemodiyaliz ve organ
transplantasyonu servislerinin giderek artma eğilimiydi.
1972'de New York Mount Sinai
Tıb Okulu'ndan R. S. Blacher açık kalp cerrahisini cerrahların hesaba katmadığı
bir yan etkisine dikkat çekti. Ameliyatı takiben kendisine gönderilen on iki
hastadan sekizi psikiyatrik açıdan rahatsızlanmış ve bunu da refakat edenlerden
saklayabilmişlerdi.
Nisbeten basit ve bayağı
karlı olması sebebiyle cerrahların by-pass ameliyatına gelişigüzel
başvurduklarının işaretleri de belirmişti. Bir araştırma, by-pass ameliyatı
olan hastaların yaklaşık yarısında daha önce, yeni anti-anjinal ilaçların
herhangi birisinden fayda görürler mi diye deneme yapılmadığını, vakaların
hiçbirinde de, cerrahiye ancak ilaç tedavisinden sonra başvurulabileceğini
cerrahın hastaya söylemediğini ortaya koydu. Tehlike 1977'te, Seattle,
Washington Üniversitesi doçenti T. A. Preston tarafından da gösterildi.
Kardiyolog Preston by-pass cerrahisinin anjinayı hafiflettiğinden şüphe
etmiyordu. Fakat bu ameliyatın başarılı olduğunu göstermeye yetmezdi; asıl
sorunun şu olması gerekirdi:Ameliyat ne kadar gerekli ? Cerrahinin belirgin
olarak diğer tedavi yollarından daha mı etkili olduğunu anlamak ve bu soruyu
cevaplamak için iyi kontrol edilmiş denemeler yapılmamıştı. Her ne kadar
hastalara ameliyatın gerekliliği konusunda güven veriliyorsa da, ''iddia edilen
artan yaşama süresi ilmi bir çalışma tarafından doğrulanmamıştı ve birçok
inceleme bu iddia lehinde delil olmadığını göstermişti.''Bu gerçek hastalara
anlatılsaydı, kaçı ameliyatı kabul ederdi? Alabama Üniversitesi, koruyucu tıp
bölümünden Glen da Barnes ve arkadaşları araştırmaları sonucunda, ameliyattan
sonra işe dönme veya çalışma süresi açısından bir faydanın söz konusu
olmadığını buldular.
DİYET Mİ, STRES Mİ?
A. B. D.' de halk Framingham'ın mesajını almaya
başlamıştı.1960'ların ortalarıyla 1970'lerin ortaları arasında yumurta tüketimi
yüzde on iki, süt ve kaymak tüketimi yüzde yirmi, tereyağı tüketimi yüzde
otuzun üstünde azaldı. Aynı devre içinde kalp krizinden ölümlerdeki artış önce
durdu, sonra tersine döndü ve böylece 1975'e gelindiğinde ölüm oranı on yıl
öncesinden beşte bir azalmıştı. Aynı zamanda halk daha az sigara içtiğinden
ölüm oranındaki değişiklik yalnızca diyetin değişmesine verilemezdi ama en
azından bu değişiklik önceki epidemiyolojık bulgular konusunda güven veriyordu.
1970'lerde Stanford Kalp
Hastalığı Programı yürütüldü. Kanda kolesterol seviyesi ve yüksek miktarda
doymuş miktarda yağ tüketimi gerçekten risk faktörüdür; birçok memlekette
yapılan denemeler bunların birinin veya her ikisinin söz konusu olduğu
durumlarda kalp krizine meylin arttığını göstermiştir. Ancak bu ikisi doğrudan ilişkili
değildir; birçok miktarda tereyağı veya yumurta yemek illa kandaki kolesterol
seviyesini yükseltmez. A. B. D.2de bir zaman için en çok şüphe çeken faktör
hareketsiz hayat tarzıydı; otomobillere ve asansörlere aşırı bir rağbet vardı.
Dedelerimizin o büyük öğünleri yiyebilmeleri enerjik hayat tarzlarına bağlandı.
1966'da Lancet dergisinde
yazılan raporda:''Uyarıcı olarak egzersiz yapıldığında vücudun hemaostatik
sistemi bu durumu telafi etmeyi öğrenebiliyordu. Framingham araştırma ekibinin
bu teoriye fazla arka çıkmaması belki şaşırtıcıydı ama onlar risk faktörü
olarak şişmanlığı suçluyordu. Ekipten William B. Kanel, ''hareketsiz bir hayat
tarzı ve aşırı yemenin beraberce'' hastalığa katkıda bulunduğu fikrindeydi.
Fakat egzersizin bir korunma yolu olduğu yolundaki deliller zayıf kaldı. TİP A-
TİP B Kaliforniyalı iki kardiyog, Meyer Friedman ve Ray H. Rosenman yaptıkları
tetkiklerle ''Tip A'' kişiliğinin genel bir tarifini yaptılar ve bu tarifin
kendi hastalarına da uyduğunu gördüler. Hemen hemen istisnasız, bu hastaların
hepsi zamana karşı bir yarış duygusu ve aşırı rekabet güdüsü içindeydiler. Bu
sebeple de kolayca sinirleri bozuluyordu. Tip B ise telaşlı, hırslı, rekabetçi
olmadığı düşünülen kişiler olarak tanımlandı. Alışkanlıklarında bir grubun diğerinden
daha riskte olduğunu düşündürecek bir fark olmamasına rağmen Tip A'lar içinde
hastalık oranı Tip B'lerden üç kat fazlaydı ve Tip B'ler arasında hiç kimse
kalp krizinden ölmemişti.
BİOFEEDBACK
Tip A'ların Tip B 'lere göre daha fazla riskte olduklarının keşfi,
bu teori kabul görse bile, kendi başına Tip A kategorisindekilere ancak sınırlı
bir korunma sağlayabilirdi. Stres sebeplerinden sakınmaya kendilerini
alıştırabilirlerdi, ama iş veya ev hayatları kendilerini stresli durumlara
sokuyorsa, bunun ancak sınırlı bir yardımı olabilirdi. Tip A'ların gevşemesini
ve stresli durumlara uyum yapmasını öğrenmelerini mümkün kılacak bir tekniğe
ihtiyaç vardı.
Bundan yarım yüzyıl önce,
kendi kendine telkinin gücü Fransız kimyacı Emile Coue tarafından öne sürülmüş
ve bir Alman doktor, Johannes Schultz tarafından gösterilmişti. Schultz,
gevşemiş bir zihni yapıdaki hastaların kol ve bacaklarını, hata parmak uçlarını
oto-telkin yoluyla beş derece kadar ısıtabildiklerini bulmuş ve gündelik
rahatsızlıklarda (öksürük, soğuk algınlığı vs.) hastaları, aynı metodu
kullanarak kendilerine müdahaleyi teşvik etmek için ''otojenik eğitim''ini
gerçekleştirdi. Kan basıncı için biofeedback sağlamak kolay görünmüyordu;
standart manşet bağlama sıkıcıydı ve uygun değildi.
TIBBİ MODEL
1960'lardan 1970' lere toplanan veriler, tıbbın yerini tedavi edici
olmadan psikososyal temele göre koruyucu olmaya doğru değiştirmek üzere
zorluyordu.1980'ne gelindiğinde bu yönde etkili olacak herhangi birşey
yapıldığına dair pek işaret yoktu. Zaman zaman dergilerin editorial
bölümlerinde koruyucu tedbirlere daha dikkat edilmesi gerektiğine dair yazılar
çıkıyorsa da klinikte bu konuda göze çarpan tek uygulama görüntüleme yöntemi
oldu. Fakat bu yöntem güvenilir olmaktan uzaktı.
Görüntülemenin noksanı;
önyargılarına uygun olarak, Tip A/ Tip B kişilikleri gibi faktörlerin hesaba
katılmasına nadiren izin vermesi oldu. World Medicine Dergisinde; ''kalp
hastalığını önlemeye yardım etmenin yolu, ''şirketlerin çalışanlarına yüklediği
aşırı yük ve mecbur kıldığı hayat tarzına karşı birşey yapılıp yapılamayacağını
araştırmaktır, yoksa yıllık check-up 'lar için harcanan birkaç poundla geçirmek
işin kolay yoludur''. "Belirli kurallara'' yapışıp kalmak araştırma için
ayrılan büyük miktarda kaynağın hastane ve laboratuarlara akmaya devam etmesine
yol açarak yalnız sembolik miktarda paranın iane kabilinden psikososyal faktör
konusundaki incelemelere ayrılmasının sebebi oldu.
Önemine binaen stresin
dikkate alınmasını isteyen araştırmacıların ısrarına rağmen meseleyi kalp hastalığının
psikososyal bileşeninden iyice uzaklaştıracak moleküler, biyokimyasal
çalışmalar son zamanlarda araştırma fonlarının gittikçe artan miktarını
çekiyor. Köprünün Altından Geçen Sular Tıbbi, hukuki veya ticari olsun bütün
sahalarda benimsenen illüzyonlardan biri, geçmişteki başarısızlıklar ne olursa
olsun, ''köprünün altından geçen sular '' gibi geçmişe havale edilerek temize
çıkıldığının zannedilmesidir. Tıpda yeni teşhis aletlerinin, yeni cerrahi
tekniklerin ve yeni ilaçların devamlı akımıyla bu illüzyon desteklenir. Geçmiş
yanlışların sistemdeki bir zayıflığa işaret sayılması bir yana, ilerlemenin
delilleri olarak görülmesi mukadderdir.
Modern tıbbın ''bir yürüyen
merdivenden ziyade ayakla döndürülen bir değirmen'' üzerinde olduğu özellikle
kalp kriziyleriyle ilgili araştırmalarda ve tedavi biçimlerinde ortaya çıkıyor.
Kardiyologlar hep daha önceki metodlara dönmek dürtüsüne sahiptirler; yanlış
kullanılmış, hatta yalnışlığı bulunmuş uygulamaları canlandırarak hastalar
üzerinde tekrar denemek isterler. Suçlu olanlar yalnız kardiyologlar değil;
Kraliyet Genel Pratisyenler Koleji komitesinin arterial hastalıkların
önlenmesiyle ilgili 19812 raporu da aynı görüşü paylaşıyor. Yine de
psikosomatik geleneğinin veya Selye'nin başını çektiği araştırmacılar, stresin
kalp krizlerindeki yerinin önemini göstermeye devam ediyorlar. Mesela Harward
Tıp Okulu'ndan Ward Cassells geniş bir çalışmayla, emekliliği izleyen aylarda
ölümcül koroner hastalığı riskinde büyük bir artış olduğunu gösterdi. Emeklilik
veya işsizlikten kaçınılamıyorsa bile Tip A 'lar en azından stres ve kan
basınçlarını kontrol etmeyi öğrenerek bu şartlarla başa çıkabilirler.
Bir kardiyoloğa bu deliller
gösterildiğinde, insanları daha az sigara içmek, daha az doymuş yağ yemek ve
meditasyon sınıflarına devam etmek için ikna etmenin kendi işi olmadığını,
görevinin gerekli tedbirleri almamış insanları tedavi etmek olduğunu ve böyle
pek çok insan bulunduğunu söyleyebilir. Kabul ; fakat ona şunu kabul ettirmek
daha zor ki, uzmanlığa yalnız korunmaya ayrılması gereken fonları kendine
ayırmakla kalmıyor, aynı zamanda gereksiz, tehlikeli ve aşırı pahalı müdahale
şekilleriyle bu fonları kötüye kullanıyor.
By-pass ameliyatını kritik
eden araştırmalar da şimdiye kadar dikkate alınmadı. Lewis Thomas, ''hastalık o
kadar yıkıcı etki yaptıktan sonra açık-kalp ameliyatı ile müdahalede bulunmaya,
bu korkunç israfa, süresiz devam edemeyiz'' demesine rağmen bu ameliyat
gittikçe artıyor; 1980' e gelindiğinde A. B. D.' de yılda yüz bin ameliyat
gerçekleştiriliyordu. Ölüm oranını azaltmaktaki başarısızlıklarına rağmen,
koroner bakım üniteleri de işlemeye ve çoğalmaya devam ediyor. Son zamanlarda
varlıklarını haklı çıkarmak üzere bazı girişimlerde yapıldı. Mesela Brıtısh
Medical Journal'da yayınlanan bir raporda, doktor veya eğitilmiş paramedikal
personelle donanmış ambulanslarla hareketli koroner bakım konusunun işlenmesi
dikkate değer. Bu sistemin önce Belfast'ta, sonra diğer şehirlerde denenmesiyle
şu sonuca varıldı; sistem koroner bakım ünitelerine yetişemeden ölen hastaların
sayısını, krizin atlatılmasını sağlayan tedbirlerin daha yoldayken alınması
sebebiyle, azaltmakla kalmayıp muhtemelen bu tedbirlerin alınmasına kadar daha
az zaman geçtiği için koroner bakım ünitelerinde ölenlerin sayısını da
azaltıyor.
Bununla beraber en büyük
ihtiyaç kalp hastalığına yakalanma riskinin azaltılması yönündeki öğüt ve
uyarıların daha yaygın biçimde ulaştırılmasıdır: Tip A /Tip B bulgularından
nasıl faydalanılabileceği ve stresten kaçınmak veya kontrol altına almak için
gerekli tedbirleri; ilerdeki muhtemel tehlikenin işaretleri -hipertansiyon,
nefes darlığı, çarpıntı, göğüs ağrısı- karşısında, ömür boyu beta-blokere veya
o gözden düşünce yerini alacak başka çeşit moda ilaçlara çaresiz bir teslimiyet
dışında yapışabilecekler: Charing Cross Hastahanesi'ndeki kalp hastaları için
yürütülen türden gevşeme tekniği, egzersiz ve diyet konusunda esnek kurslar;
bazı grupların ön kabullerine göre değil kişilerin katılım, bünye, ev çevresi,
iş ve hayat tarzlarıyla ilgili ihtiyaçlarına göre hazırlanmış kurslar.
II. BÖLÜM KANSER
Kanser yalnız bizim
medeniyetimize has bir hastalık değil; bütün çağlarda hemen bütün toplumlara
müptela olmuştur. Fakat medeniyetimizin muzdarip olduğu hastalıklar arasında
öldürücülüğü bakımından kalp hastalıklarından sonra ikinci sırada gelir. Bazı
açılardan kalp hastalığından da kötüdür; daha genç kişileri öldürür ve her
yaşta amansız ve genellikle acılı bir şekilde seyreder. Teşhisle ölüm arasında
geçen sürenin bir kaç haftayla yıllar alabilmesi kanserin kötü şöhretini
arttırıyor; zira hakkında idam kararı verilmiş birisinin ölüm tarihini
bilmemesi gibi.
Son araştırmalar tümörlerin
gelişimi hakkında epey bilgi sağlamasına rağmen, niye böyle değişik şekiller
aldıklarını; niçin bazılarının belli bir aşamadan sonra büyümediklerini; neden
bazen mesela siğil - benzeri durumlarda - hızla ve hayrette bırakacak şekilde
gerilediklerini veya neden bazılarının vücudun başka yerlerine de metastaz
yapacak şekilde habis karakter taşıdıklarını açıklayabilmek halen de pek mümkün
değil. Bazı tehlikeli unsurlar; mesela radyasyon veya akciğer ve bağırsak
yoluyla alınan karsiyonejik maddeler belirlendiği halde sıklıkla görülen kanser
çeşitlerini önleyebilecek çarelere ulaşılamadı. Sonuçta mesele tümörü mümkün
olduğu kadar erken bir safhada teşhis ile ya cerrahiyle alarak, ya radyasyonla
kurutarak, ya da ilaçlarla büyümeyi kontrol altına alarak tedavi etmeye kaldı.
Tümörler için cerrahi ve
ilaçlar -bitkiler şimdiye kadar bütün medeniyetlerde kullanıldı, hastalara daha
iyi bir şans veriyor gözüken radyum tedavisi 1890'lara kadar bilinmiyordu.
Işınlamanın, sağlıklı hücrelere zarar verse de kanserli hücreleri tahrip etmek
için kullanılabileceği bulundu. 19402larda cerrahi ve radyasyon tekniklerinde
kaydedilen gelişme ve sağlıklı hücrelere dokunmadan kanser hücrelerini yok
etmek için düşünülen sitotoksik ilaçların denenmeye başlaması gerçekleşmesi
geciken ümitleri yeniden canlandırdı. Bundan sonraki yirmi yılda iyimserlik
hakimdi. ''Kanser yavaş yavaş, fakat sistematik olarak kontrol altına
alınıyordu''.
Berkeley- Kaliforniya
Üniversitesi'nin keskin fikirli tıbbi fizik profesörü Hardin Jones 1969' da
arkadaşlarına açıkça söylediği gibi cerrahi ve radyasyonun hastalara şifa
verdiğini gösterecek istatistikler düzmece olabilirdi. Kanserleri ameliyat
edilemeyecek kadar ileri safhada olan hastalar cerrahlar tarafından
çalışmalarda kontrol grubu olarak kullanılıyor, böylece cerrahi ve radyasyonla
tedavi gören hastaların bundan fayda gördüğü yolunda yalnış bir izlenim
veriliyordu. Kamuoyuna her şeyin yolunda gitmediğini ilk hatırlatan, ertesi yıl
Başkan Nixon'un bir daha ki seçimlerde tekrar başkan seçilmesinde payın olan
halkla ilişkiler politikasının bir ürünü olarak başlattığı ''Kansere Karşı
Savaş'' kampanyasıydı. Nixon, tıp camiasını karşısına almayıp, ayrılan fonların
yeterli olmadığını belirtti.
AKCİĞER KANSERİ
Kanserin en sık zaptettiği organ akciğerdir. Hastaların küçük bir
azınlığı hayatta kaldığından ve yalnız çok küçük bir bölümü gerçekten şifa
bulduğundan zaman zaman belli cerrahi teknikler veya belli sitotoksik ilaçlar
yeni iddialarla savunulmuş fakat teşhis edildiği an hiçbir tedavi şeklinin ömrü
birkaç hafta uzatmaktan başka bir işe yaramayacağı konusunda fikir birliğine
varılmıştır.
Thomas McKeown'un dediğine
gör;''sebepler hakkında veya hastalığın değiştirilebilecek ya da
kaldırılabilecek şartların etkisiyle oluşabileceği ihtimali konusunda pek bir
tartışma yoktu.'' Diğer bir ifadeyle, kalp hastalığında olduğu gibi, bazı
aydınlatıcı bulgulara ulaştırabilecek epidemiyolojik incelemeler yapma eğilimi
bulunuyordu. Fakat ölüm oranındaki yükselişin alarm verdiği belli olunca
-İngiliz nüfusunun 1928' de milyonda 152 I, takip eden yarım yüzyıldaysa 900' ü
bu hastalıktan ölüyordu- bir çevre karsinojeninin sorumlu olabileceği şüphesi
dile gelmeye başladı. İki tane bariz faktör vardı; içten yanmalı motorlardan
çıkan ekzost gazları ve sigara dumanı .A.B.D.' de E.C. Hammond ve D. Horn
tarafından yapılan araştırmada tıp camiasının muhtemel bütün reçetelerin en
basitiyle akciğer kanserinin önlenmesi yönündeki bir kampanyaya ağırlığını
koyma fırsatı vardı: ''Sigarayı bırakın, akciğer kanserine yakalanma
ihtimaliniz sıfıra yakın olsun''. Fakat böyle bir kampanya için güçlükler
bulunuyordu. İlk önce tıp camiası kendisi laboratuar bulgularıyla
desteklenmeyen epidemiyolojik delillere güven duymuyordu. Daha ciddi problem
çağın önde gelen istatistikçisi Sir Ronald Fisher tarafından ortaya sürüldü.
Tiryakilerin büyük çoğunluğunun kansere yakalanmadığını söyleyen Fısher,
sigaranın kanser sebebi olduğunu iddia etmenin bu yüzden makul olmadığını
belirtiyordu. Kişinin sigara içimini ve kansere yakalanmasını hazırlayan
genetik bir faktör söz konusu olamazmıydı?
Kraliyet Hekimler Koleji'nce
oluşturulan bir komite 1962'de yayınladığı raporda sigara içmenin akciğer
kanserine sebep olduğunu söylemekte tereddüt etmedi. İki yıl sonra A.B.D.' de
Başhekimler Danışma Komitesi aynı görüşü savundu. Ve o zamandan beri tıp
camiası herkesçe değilse de genellikle kabul edilen şu; tiryakilikle kanser
arasında ister bir sebep-sonuç ilişkisi olsun, ister olmasın, sigaranın(pipo ve
puro denemelerden nispeten yarasız çıkmıştı) zararı o kadar belirgin ki(bronşit
ve kalp hastalığından ölümler işin içinde), emniyette olmak için en iyisi bu
alışkanlıktan vazgeçmek
1979 Stockholm konferansı
öncesini değerlendiren Observer'den Janett Watts konferanslarda konuşulanların
nasıl ve niçin boşa gideceğini çok iyi görmüştü. 1966'da Muhafazakar Partili
Sağlık Bakanı Iain Macleod 'un ''sigara tiryakilerinin yılda hazineye bir
milyar pound kazandırdıklarını ve bunun kolayca feda edilemeyeceğini en iyi
hükümetin bildiğini '' itiraf ettiğini hatırlatarak 1979' da bu miktarın iki
katına çıktığını söyleyen Watts, hükümetin hem mevcud ekonomik buhran sebebiyle
geçim indeksini tütün vergisini arttırarak yerinde tutmaya isteksiz olduğunu,
bu yüzden kendini sıkışmış hissettiğini yazdı. Watts'ın yazdığına göre, dört
yıl boyunca sigara karşıtı kampanyanın en sadık adamlarından olan Sir George
Young bile kendisine ''hükümet olarak çok fazla kişiyi sinirlendirmeden,
rızalarına uygun olacak şekilde ilerlemek zorundayız'' demişti. 1980'de hükümet
sigara endüstrisiyle olan anlaşmanın ayrıntılarını kamuoyuna açıkladığında, bir
Gallup anketi İngiltere'de her üç kişiden ikisinin sigara reklamlarının tamamen
yasaklanmasını istediğini daha yeni ortaya koymuştu. Demek ki bu yönde alınacak
kararlar çok kimseyi sinirlendirme-yecekti. Yalınızca sigara patronları,
başbakanı ve bakanları üzecekti.
Genel Görünüş Mevcut
tedavilerin akciğer kanseri vakalarının büyük çoğunluğunda belli bir fayda
sağlayamadığı gerçeğine herhangi ciddi bir itiraz gelmiyordu. A.B.D. Milli
Kanser Enstitüsü'nce desteklenen bir araştırma da bu durumu doğrulamış
bulunuyor.
John Cairns, Kanser: Bilim ve
Toplum adlı kitabında, akciğer kanserinin en çok cerrahiye gelmeyen, hızla
yayılan ve genellikle teşhisten sonra bir kaç ay içinde ölüme yol açan türde
geliştiğini, ilerlemiş tedavi metodlarıyla kazanılan her anında artık çok iyi
bilinen ve tedavi metodlarıyla kazanılan her anın da artık çok iyi bilinen ve
tedavinin ayrılmaz parçası olarak görülen yan etkilerle dolu geçeceğini
yazıyor. Halihazırda akciğer kanserinden ölüm oranını azaltmanın tek yolu
sigara tiryakiliğinin yayılmasının önüne geçmek.
GÖĞÜS KANSERİ
Tıp camiasının, kendisini oluşturan uzmanlıkları etkili bir şekilde
kontrol etmekte karşılaştığı zorluklar, kanserin kadınlardaki en kötü türü olan
ve A.B.D.' de yılda yaklaşık 90 bin kadına teşhisi konan göğüs kanseriyle
ilgili gelişmelerde daha açık ortaya çıktı.
Yalnız tümörü değil, lenf
akışını düzenleyen lenf bezleriyle beraber bütün memeyi alıp çıkarma
uygulaması, 19. Yüzyılın sonlarında başladı. ''Mastektomi'' denen bu işlemin
arkasındaki gerekçe görünüşte makuldü: bahçedeki yabani otlar gibi tümör de
kökleriyle birlikte çıkarılırsa tekrar yayılma ihtimali azalırdı, özellikle
pusudaki kanser hücrelerini tahrip etmek üzere ışın da ek tedbir olarak
verilirse. Hastaların çoğunun menopoz sonrası dönemi yaşadıkları gerçeği,
görünüşü bozan bu ameliyatın kabullenilebilmesini kolaylaştırıyordu. Geçerli olan
Viktorya çağı görüşüne göre, bu dönemde kadınların çocuk emzirmesi gerekmediği
gibi kocalarına da cinsi açıdan çekici bir görüntü sunmalarına sebep yoktu.
Buffalo'daki Roswell Park
Memorial Enstitüsünden Thomas Dao 1975' te, ileri cerrahi teknikler, gelişmiş
radyoterapi metodları ve kemoterapik ilaçların yaygın kullanımına rağmen göğüs
kanserinden ölüm oranı son 75 yılda değişmedi'' derken, aynı yıl Dünya Sağlık
Örgütü'nden W.P.D.Logan WHO Choronicle'da ''istatistiklerin ölüm oranında
azalma bir yana, gerçekte artmayı işaret ettiğini'' yazıyordu
Mamografi
Bu sıralar kanser cerrahları da yaptıklarına yeni bir bahane
bulmuşlardı. Birkaç yıldır kadınlar göğüslerini periyodik olarak kendi
kendilerine kontrol etmeye ve bir kitleye rastladıkları an doktorlarına haber
vermeye teşvik ediliyordu. Fakat pek çok kadın bu uyarıyı dikkate almadığı gibi
alanlarda ancak ele gelebilecek duruma ulaştığında büyümenin farkına
varıyorlardı. Bu yüzden düzenli röntgen ışını kontrollarıyla tümörlerin başka
yere yayılmadan oluşum sahasında farkına varılabileceği iddia ediliyor, Sam
Shapiro ve arkadaşlarının New York'ta yaptığı denemeler tümörlerin gerçekten on
sekiz aya varan bir süre önce teşhis edilebileceğini gösteriyordu.
Yalnız Shapiro uyarıyordu:
Erken teşhisin yaşama süresini uzattığına dair bir delil yoktu ve genç kadınlar
her yıl film çektirdikleri takdirde -ki elleriyle kontrol yapmayı tercih ederek
buna ihtiyaç duyacaklardı- bu ışınların toplam etkisi bir kanser riski
oluşturabilirdi. Shapiro, en azından bir müddet için yalnız elli yaşın
üstündeki kadınlardan rutin film çektirmelerini öneriyordu.
Shapiro'nun denemeleri devam
etti ve 1977' de yayınlanan ileri bir rapor önceki bulguları doğruladı.
Mamografi 50 yaşın üstündeki kadınlar için bir ümit sunuyor görünse de, 50 yaşın
altındakiler için böyle birşey söz konusu değildi. Rapor bir noktayı daha
ortaya çıkardı: Mamografi lehine kullanılan tezlerden biri olan ''metodun
güvenilirliği'' çürük bir inançtı. Mesela elle kontrol gibi diğer tekniklerle
bulunan göğüs kanserlerinin yaklaşık yarısı radyografiyi yapanlarca
atlanıyordu. Kadınların daha küçük ama hiç de ihmal edilemeyecek bir oranı da
yanlış yere kanser teşhisi konmuşlardı; ilkini takip eden kontrollarda kanserli
olmadıkları anlaşıldı. Sonuçta şu yargıdan kaçmak zor görünüyor ki, kamuoyu
sistemli olarak mastektominin faydaları konusunda aldatılmıştır.
RAHİM BOYNU KANSERİ
Görülme sıklığı nispeten azdır; bütün kadın kanserlerinin yalnızca
yüzde ikisiyle beşi arasında bir oranda ortaya çıkar. Fakat smear yoluyla erken
teşhisin ve yerinde tedavinin değeri hakkındaki iddialar yalnızca sayısız
hayatın kurtarıldığı izlenimini vermekle kalmayıp genel olarak bu testin
önemini büyütmeye yaradı.
Bazı kadınların yayılma
istidadı göstermeyen ''in situ'' rahim boynu kanseri taşıdıkları uzun zamandır
biliniyor. Ama bir noktadan sonra bunlar yayılma gösterebiliyorlar. Bu yüzden
doktorlar, erken teşhis konduğu ve gerekirse rahmi çıkartmak dahil, ''in situ''
kansere yerinde müdahale edildiği takdirde kanserin yayılmasının önüne geçme
şansı olacağını düşündüler.
Şimdiye kadar, binlerce
kadının, ameliyatın gerekliliği ispat edilmeden, rahimleri çıkarıldı, çünkü
teşhis edilen ''in situ'' kanserin sonradan yayılıp yayılmayacağını bilmenin
henüz bir yolu yok.
Belki bu konudaki son söz
World Medicine dergisine yazan patalog A.R.Kittermaster'e bırakılabilir. Bir
erkek olarak yakalanma ihtimali olmayan bir hastalık için taramayı tavsiye
etmekte çekingen davrandığını söyleyen Kittermaster, ''herhangi bir kimse- ve
özellikle de bir kadın- genç erkeklerin, yayılan kanserler için ortalama yaştan
yirmi yıl önceden başlamak üzere teşhis ve habaset öncesi doku ve
değişikliklerin tedavisi için düzenli testler önerirse, tabii ki, bu olaydan
bayağı şüphe duyardım. Bu durumlardan tedavinin ölüm oranı üzerinde önemli
etkisi olduğuna dair delilleri isterdim ve rahim boynu hastalıklarında olduğu
gibi testin yanlış teşhis riski taşıdığını bilseydim, taramayı önerenlere,
havuza atlamalarını, ya da daha iyisi parmaklarını başka yere sokmalarını
tavsiye ederdim.''
YAN ETKİLER
Teşhis ve teşhisi takiben uygulanan değişik tedavi metodlarının
değeri hakkında toplanan istatistikler genellikle, farkın -eğer varsa -
yalnızca teşhisle ölüm arasında geçen zamanın uzunluğunda söz konusu olduğunu
gösteriyorlar. Bu dönemdeki hayatın kalitesi hakkında bir farka işaret eden
ölçüler yok, zira ancak hastanın kendisi buna karar verebilir. Ama hayata
eklenen aylar ancak şiddetli ağrı ve maluliyet veya ruhi-zihni stres
karşılılığında kazanılıyorsa, yalnızca hayatın uzatılmasıyla klinik bir başarı
olarak övünülmemelidir.
Radyoterapi 1965' te Sir
Arthur Porritt, ''sinirlerim x-ışını tedavisini kullanmamaya şimdilik müsait
değil; yeteri kadar uzun yaşarsam belki bir gün bu da olur .'' diye itirafta
bulunuyor, radyoterapi hakkında bilinen çok az şey olduğundan, ama pek çok
inanış bulunduğundan şikayet ediyordu. Bir radyoterapist açık konuşuyordu:''Hiç
şüphesiz, cerrahiyi takiben yapılan radyoterapi yaşama süresi istatistiklerini
değiştirmiyor.''Ona göre, ışın tedavisinin haklılığı, ameliyat yerindeki nüks
oranını azaltabilmesinden geliyordu; bu ''bir başarı'' idi. Her halükarda,
''geç görülen kötü sonuçlar hastaların büyük çoğunluğu tarafından
kabullenilir'' diyerek yan etkileri küçümsüyordu.
Kemoterapi Sitotostik
ilaçlarla tedavi nispeten yeni sayılır. 1967'de Londra'da hem cerrahi, hem de
radyoloji danışmanı olan Sir Stanford Cade kemoterapiye kanser için son çare
olarak baktığını, ''ilacın hiçbir zaman şifa vermediğini'' söylemiş; bunun
üzerine British Medıcal Journal'a mektup yazan bir kemoterapi servisinde
görevli iki kişi Sir Stanford Cade 'in kanserin erken safhasında kemoterapiyi
deneyip denemediğini sormuştu. Kanserden ölüm oranının hala yükseldiği bir
zamanda gerçekten bunu denemeye değerdi.'' Uzun zamandır denenen cerrahi ve
radyoterapi şimdiye kadar pek olumlu sonuç vermediği halde peşine düşülüyordu;
oysa ilaç denemeleri ümit vermişti.''
İngiltere'de yapılan bir
denemenin sonuçları açıklandı. Bulgulara bakılırsa ''primer göğüs kanserli
hastaların yaşama süresi, çok ilaçlı kemoterapinin artmasına rağmen, genel
olarak, son on yılda artmamıştı. Bunun da ötesinde ilk metastazlardan sonraki
yaşama süresinde de bir gelişme olmadığı gibi, kemoterapi yapılan bazı
hastalarda süre kısalmış da olabilirdi.'' 1980' de A.B.D.' de itibarı yüksek,
Milli Sağlık Enstitüleri komitesi bu hastalardan bazılarının çekmek zorunda
kaldığı eziyeti bir tebliğ ile açıkladı. Açıklamada, kemoterapinin ters
etkilerinin kısa vadede görülebildiği gibi uzun vadeli etkilerin de muhtemel
olduğu hatırlatılıyordu. Akut belirtiler arasında kemik iliği baskılanması,
bulantı, kusma, iştah kaybı, zayıflama, ağız ülserleri ve saç dökülmesi; daha
uzun dönemde ortaya çıkan etkiler arasında da organ harabiyeti, kısırlık ve
ikincil kanserler bulunuyordu. Bu sebeple ''kemoterapinin faydası zararı nı
karşılamak zorundaydı ve faydanın ana ölçüsü, uzayan hayatın ana ölçüsü, uzayan
hayatın kabul edilebilir bir nitelikte olmasıydı.
ALDANMA
VE ALDATMA
Son zamanlarda, yürürlükteki
kanser tedavilerinin zayıflığını en güçlü belgelerle ortaya koyan eser, anatomi
profesörleri, M.L.Kothari ve LA.Mehta tarafından kaleme alınan ; Kanser:
Sebepleri ve Tedavisi Hakkındaki Mitler ve Gerçekler. Yazarlar, kansere bir
etkenin yol açtığı ve kanser saldırıya geçmeden erken teşhisle üzerine
gidilebileceği, böylelikle şifanın mümkün olacağı gibi kabullerin bir ''mit''e
dayandığını, kanserin önlenemeyeceğini, tedavi edilemeyeceğini ileri
sürüyorlar. Kitabı genellikle tenkit eden kanser uzmanları bile söylenenlere
itibar etmek zorunda kaldılar. Yazarlar iddialarını, çoğu tıp kitabı ve modern
tıbbın katıksız takipçisi tıp dergisi olan, üç yüzden fazla referansla
desteklerinden, kendilerini ''sivri''likle suçlamak kolay değildi. World
Medicine dergisinin o zamanki editör yardımcısı kitabı şaşırtıcı bulduğunu ve
fakat şu sonuca ulaştığını yazdı:''Cerrahi, radyoterapi ve ilaçların hemen
hemen bütünüyle ilga edilmesinin ölüm oranlarında gayet ufak bir değişiklik
yapacağı tahminini ileri sürmek muteber akli bir çıkarım olacaktır.''
Kanser Araştırması Kendine
güvenmenin haklı çıkarılacak bir tarafı yok. Kanser araştırmasının açıkça
başarısız ve kardiyolog araştırmasından daha üzücü bir sicili var. Bunun bir
sebebi de, artık bir çıkmaz sokak olarak kabul edilen''kanser virüsü veya
virüsleri'' araştırmasına bu kadar yer ayrılmış olması. Francis Crıck ve James
Watson tarafından genetik kodun çözümlenmesi, kanseri-genetik olarak
programlandığı şekilde- bağışıklık yıkımının sonucu olarak gören düşüncenin
ciddiye alınmasının şart olduğunu göstermişti. Immunolloglar mücadeleyi hızlandırdılar;
Watson, indirgemeci zihniyetle yapılan kanser araştırmalarıyla alay ediyor,
bunları ''ilmi açıdan iflas etmiş, tedavi açısından boş ve etkisiz'' diye
niteliyor.
1974'te New England Journal
of Medicine'de yayınlanan bir rapora göre, İmmunogların araştırma sonuçları da
ümit kırıcıydı. Ve bu sıralarda tıbbi modelin yanlışa saplandığını, kanserin en
çok, havada veya besinlerle içeceklerde bulunan karsinojenik maddeler sebebiyle
ortaya çıktığını ileri süren çevreciler seslerini duyurmaya başladılar. Çevrecilik
Çevrecilerin Vaftizci Yahya'sı, baca temizleyicisi olan çocukların ilerde
skrotum kanserine yakalanma ihtimalinin başkalarına oranla daha fazla olduğuna
iki yüz yıl önce, dikkat çeken İngiliz cerrah Perceval Pott' tur. O zamandan
beri endüstriyel işlemlerde kullanılan maddelerle kanserin ilişkisi zaman zaman
ortaya çıkarıldı ve radyasyonun etkileri daha iyi anlaşıldı. 1950'lerde
sigarayla akciğer kanseri arasındaki ilişki bulundu; 1970'lere gelindiğinde
endüstride, ev araç gereçlerinde ve gıdalardaki katkı maddelerinde bulunan
karsinojenler konusunda gittikçe artan bir duyarlılık mevcuttu. A.B.D.' de
Cairns: Akciğer kanseri dışında, sık görülen bütün kanser türlerinde
bulunduğumuz yüz yıldan önce biliniyordu. A.B.D' de son otuz yılda, toplam
olarak kanser vakasının görülme sıklığıyla kanserden ölüm oranında çok az bir
değişiklik oldu. Ve bu zaman zarfında pestisid, sentetik kauçuk ve plastiğin
yıllık üretimi yüz kat artmıştı.
KANSER VE KİŞİLİK YAPISI
Kanserin üzüntü ve hayal kırıklığıyla ilgili eski zamanlardan beri düşünülmüş
ve gözlem yoluyla doğrulanmıştır. Keder ve korku 1845'te zikredilmiş.James
Paget: !''Stres, derin bir üzüntü, gerçekleşmemiş bir ümidi yada bir hayal
kırıklığını takiben hemen kanser oluştuğu çok görülmüştü''. 1952'de çalışma sonucu:
''Hastalardaki en önemli karakter özellikleri; bastırılmış cinsi istek ve ifade
edilmeyen, boşaltılamayan kızgınlık duygusuydu .'' 1955'te New Yok'lu bir
doktor:Hastalarda dört ortak nokta var:''tümörün gelişmesinden hemen önce
önemli bir (ikili) ilişki son bulmuştu; duyguları başarılı bir şekilde ifade
etme eksikliği vardı; ana-babayla çözülememiş bir gerilim söz konusuydu; cinsi
yönden sıkıntılar mevcuttu.'' Kissen ve Psikolojik Faktör İngiltereli doktor
David Kissen'in konuya ilgisi, tüberkülozun ortaya çıkışıyla ruhi stres
arasındaki muhtemel ilgiyi araştırdığı sırada başlamıştı. O incelemesinde de
sigaranın etkilerini, sigara içmenin ''tüberkülozun ruhi görünüşünün bir
parçası'' olabileceğini düşünerek alternatif bir açıklama tarzıyla konuya yaklaşmıştı.
Sigarayla hastalığın alevlenmesi arasında bir ilgi olduğu gibi, ruhi strese
eşlik eden sigara içimiyle hastalığın alevlenmesi arasında bir ilgi vardı.
Gözünde
Canlandırma (Visualisatıon) Tedavisi Carl Simonton'a göre kanserin en önemli
sebebi belli bir ''obje''nin kaybıdır.
Visualisatıon metodunda hastanın gevşemesi isteniyordu; ondan sonra
zihninde kanseri ve kansere yapılan müdahaleyi kendi nasıl düşünüyorsa öyle
canlandırması söyleniyordu. Bu bahçıvan için sümüklüböcek; din adamı için
günahtan arındırılıp kurtarılacak ruhlar olarak görünebilirdi. Kendiliğinden
Gerileme Kanser teşhisi konan bazı vak'alardan sonra tümörün küçüldüğü ya da
tamamen kaybolduğu görülmüştü. Bu sonuçta hormonal sistemin rolü görülüyordu;
belki de vücut harareti etkili olmuş.
1980'lerin başlarında Basil
Stoll: ''Kendiliğinden gerilemenin rapor edildiği pek çok hastada iman,
dindarlık ve çok kuvvetli inançlar ortak özelliklerdi ve moral kazandıran
olaylardan sonra kanserin gidişinde hafifleme görüldüğüne göre, kendiliğinden
gerileme vakalarının bazılarında zihni veya hissi faktörler rol oynuyordu.''
Şifacılık Zihnin tümörler üzerinde etki yapabilmesi şaşılacak bir olay olarak
görülmemeli. Kontrollü denemelerde, siğillerin telkinle birkaç gün içinde
kayboldukları gösterilmiş olduğu gibi, köylerde siğillere karşı ''okuma'' hala
yaygın bir uygulama.