Genel Değerlendirme:
İslamiyetin Türkiye’deki tarihi gelişimi anlatılıyor. Bu bağlamda din ve
ideolojinin tanımları yapılarak sosyal bilimlerde ideoloji araştırmalarının
üzerinde duruluyor. Sonra din sosyolojisi açısından İslam incelenerek
İslamiyetin bütün özellikleri, tarikatlar, Osmanlı İmparatorluğu ve Cumhuriyet
dönemi inceleniyor.
DİN ve İDEOLOJİ
İdeoloji idare edilenler arasında yaygın yönlü fakat sınırlı belirsiz fikir
kümeleridir. Bu süreçte insan eylemine yön veren şekillendiren iç yapı vazifesi
görür. Yirminci yüzyıl bu açıdan bakıldığında en kesif anlamda ideolojik bir
çağdır.
Geniş kapsamlı ideolojiler önemini toplumsal eylemle din arasındaki
ilişkiler açısından göstermektedir. İdeolojileri sert ve yumuşak olarak ikiye
ayrılabilir. Sert ideoloji sistematik bir şekilde işlenmiş temel teorik
eserlere dayanan, seçkinlerin kültürüyle sınırlanmış muhtevası kuvvetli bir
yapıdır. Yumuşak ideoloji kitlelerin çok daha şekilsiz inanç ve bilgisel
sistemleridir. Dinsel inançlar önemli yumuşak ideolojiler arasında yer alır.
1- Siyasal Bilimlerde İdeoloji Araştırmaları:
İdeoloji günümüzde artık siyasal bilimlerin toplandığı önemli eksenlerden
biri haline gelmiştir. Yani kitle toplumunun belirmesiyle inançlar önem
kazanmıştır.
Siyasal bilim, insanlar arasında "güzel" ve "iyi"yi
anlamanın ve hakim kılmanın bilimidir. Kitle inanç ve tutumlarının-siyasal
sürecin ayrılmaz bir parçası sayılması son yirmi yıllarda gelişen
"davranışsal" siyasal bilimlerin getirdiği tutumdur. Çünkü
davranışsalcılık davranışları olduğu gibi gösterir.
Siyasal bilimciler, ideolojileri daha çok Locke, Rousseau veya Marx gibi
kimselerin fikirlerinin "melezleşmiş" yozlaşmış şekilleri olarak
yorumlamışlardır. Sabine'in Faşizmi ele alış tarzı bunun klasik örneğini teşkil
eder. Ona göre Faşizm Hegel'in ve Nietzsch'nin fikirlerinin yozlaştırılmış bir
şeklidir. Sabine, bir taraftan Mackinder'den bir taraftan Nietszch'tden ve bir
taraftan Hegel'den gelen akımların belli bazı yönlerinin faşistler tarafından
niçin seçildiğini, bu karışımın ve yalnız bu karışımın bir toplum şeklinin
psikolojik mukavelesini nasıl sağladığını araştırmıyor. Modern bir siyasal
bilimcinin yaklaşımı ise meseleyi bu şekilde koymak olurdu.
Davranışsal siyasal bilimlerin ana amacı siyasal bilimleri diğer fiziki ve
matematik bilimlerin genel kuralları içine sokmak olmuştur. Bu yaklaşıma göre,
fizik nasıl maddi varlıklar arasında kural ilişkileri arıyorsa, siyasal
biliminde genellik değeri olan kurallar araması gerekir. Böyle bir çaba peşinde
koşarken açıklığını kaybetmemesi için yapılacak olan en iptidai ayırımda
"olan"ı olması gereken"den ayırmaktır. Böylece davranışsal
siyasal bilim, her şeyden önce iki asır önce Hume'nin bulduğu basit bir prensibi
kendisine rehber edinmiştir. Bir "olan"dan bir olması
"gereken" çıkarılamaza. Başka bir ifade ile, siyasal bilim bilimsel
olmak istiyorsa a) amacı bakımından kendisini sınırlandırmalı ve ampirik
olmalıdır. b) Metodu bakımından daha önce bilimsel bir nitelikte ortaya çıkmış
olan bilimlere benzemeğe çalışmalıdır. Davranışsal siyasal bilimlerin
ideolojileri kapsamasının önemli bir nedeni vardır. Siyasal bilim bir toplum
olayını inceler.
Toplum yapıları ise, düzenliklerini toplum bireylerinin içinde bulundukları
durumları "anlamaları" sayesinde muhafaza ederler.
"Anlama"nın insan topluluklarındaki yapısal önemi son yirmi yılda
muhtelif şekillerde işlenerek artık sosyolojinin esasları arasına girmiştir.
İdeoloji bir anlam kümesi olarak toplumun stratejik fonksiyonlarının birinin
başköşesini tutmaktadır. İdeolojileri bu açıdan ele aldığımız zaman onları,
insanlara istikamet vermeğe yarayan birer "harita" olarak görürüz.
Toplumun mutlaka halledilmesi gereken problemlerinden biri, kişilerin
şahsiyetlerinin dengesini sağlamaktadır. Denge her şahsın hayatının ilk
yıllarından itibaren kendine tedricen bir "şahsiyet" imal etmesiyle
sağlanır. Tam bir kimlik ancak çocukluk ve ergenlik bunalımlarının başarı ile
çözülmesiyle ortaya çıkar. Bunalımlardan sağlanan başarı kişinin kimliğine her
defasında yeni bir kat ilave eder. İdeoloji bu kimlik tamamlama sürecine iki
yerde girmektedir. Bir kere kişinin kendisine imal ettiği kişilik bütünleşmiş
bir tutuklar ve davranışlar tümü olduğu bir "iç ideoloji" teşkil eder.
Kişinin bu vicdani kılavuzu bir nevi ideolojidir. İkinci planda bu krizlerden
bazıları mesela ergenlik krizi, dış alemde bulunan ideolojilerin etkisine özel
bir şekilde tabidir. Gençler kendi kişiliklerinin son katını verecek olan
cevapları dış alemdeki siyasal ve sosyal ideolojilerde ararlar.
İdeolojiler, yönetilenler katında da mevcuttur. Bunu Lane'in çalışmalarında
görüyoruz "Sıradan Amerikalı inandıklarına niçin inanıyor? Lane'in gayesi
bir New England kasabasında "sokaktaki adam"ın siyasetle ilişkili
olarak kafasının içindekileri tespit etmeğe çalışmaktadır. O basit vatandaşın
fikri kalıplarının kendi içindeki anlamını atamaktadır. Üzerinde durduğu
kişiler her ne kadar nisbeten basit kimseler iseler de dertleri, kaygıları,
tutumları ve inançları bir sosyal kimlik meydana getirmektedir. Sokaktaki
adamın fikirleri mantıki tutarlılığa sahip değilse de yaşadığı çerçeve içine
konduğu zaman bir tutarlık kazanmaktadır.
İdeolojinin ortaya çıkardığı bu psikolojik uyum fonksiyonlarının en
önemlilerinden biri dinsel fonksiyondur. Lane bu fonksiyonu ideolojik bütününün
bir alt kategorisi alarak ele almaktadır.
Lane'in denekleri için din, ideolojilerin diğer parçaları gibi gidişine
uymak zorunda kaldıkları bir dünyada psikolojik bir denge kurmanın yollarından
biridir. Din bir dünyayı anlama ve kendini o dünyada belirli bir yere
yerleştirme modeli olarak fonksiyon görmektedir.
İdeoloji ve Bilim Sosyolojisi
Kendi toplum biliminde ideoloji teorisine o kadar önemli bir yer veren Marx
için, ideoloji hala gerçeğin tahrif edilmiş algılarının araştırılmasıyla
sınırlandırılmıştır. Marx, burjuva algılarının aşırı "ideolojik"
kalıpları ve onların uzun vadede bu sınıfın ortadan kalkmasına yol açacak olan
"hakikat"le uyarsızlıkları üzerinde çok durdu. Onun için bilgi, kesin
toplumsal şartların "ideolojik refleksi" olduğundan burjuva, dünyayı
Pinti Hamit'in dar açısından görmeye mahkumdu.
Yönetici sınıfların ideolojik tahrifinin ideolojik niteliğe bürümenin tek
şekli olduğu Marx'tan sonraki araştırmaları da etkileyen bir tutumdur. Bilginin
toplumsal kökleri hakkında görüşlerimizi genişletmek çabasında bulunmuş Manheim
bile öncelikle yönetici sınıfların düşünceleri ile ilgilenmişti.
Zamanımızda sosyal bilimlerde kaydedilen ilerlemenin dini "endişe
azaltıcı" ve "kişiliği billurlaştırıcı" sembolik bir süreç
olarak kavramlaştırmamızı yol açmış ve bu anlamda "yumuşak" bir
ideoloji olarak incelenmesinin imkanlarını ortaya çıkarmıştır. Günümüzün dinle
uğraşan sosyal antropologlarının ekseriyeti Marx'ın tek yönlülüğüne, aksi
istikamette çalışan tek yönlülükle cevap vererek artık dinin otorite
strüktürlerini destekleyen yönlerini bir tarafa bırakmaya temayül
etmektedirler.
Din'i Türkiye'de bir eylem aracısı olarak ele almamız gerekir. Bunun nedeni
dinin Türk kültürün de önemli bir unsur olarak belirmesidir. Aralarında seçim
kaybetmiş "laiklerin" başta bulunduğu bir kısım politikacılar din
faktörünün Türkiye'de karşısına geçilmez bir varlık olduğunu anlatırlar?
Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, Türkiye'de fertlerin kişilik ve kimlik
krizlerini halletmekte zorluk çekmiş oldukları açıktır. Türkiye'nin değer
boşluğu gözleri kamaştıracak kadar belirlidir. "Alt sınıflarda bu değer
boşluğu İslami olarak bildikleri itikatlara sıkı sıkıya sarılmak suretiyle
halledilmek istenmiştir.
II. BÖLÜM
DİN SOSYOLOJİSİ VE DİNSEL DAVRANIŞ
Desroche'un işaret ettiği gibi bir tek din sosyolojisi teşekkül etmemiş her
sosyoloğun ilgi alanına göre din sosyolojileri ortaya çıkmıştır. Din
sosyolojisinin tekli bir yapısı yoktur. Bu sahada ana tartışmaları ortaya
çıkarmış olan düşünürler de din sosyoloğu olarak tanınmış olan kimseler
değildir. Bunlar her sosyal bilincinin zaman zaman fikirlerine geri gelmek
mecburiyetinde kaldığı iki klasik düşünürdür. Kal Marx ve Sigmund Freud.
Marx ideoloji konusuna ilk defa olarak bir din meselesi dolayısıyla önem
vermiş olduğunu göstermektedir. Dinle kurulan bu ilişkiyi Marx'ın fikirlerini
Feuerbach'a giden köklerinde aramak gerekir. Feuerbach’ın tezinin, esası
algılama hakkında bir bulgusuna dayanıyordu. Ona göre var olduğu kabul edilen
şeyler algılanabilir veya duyulabilir. Bundan çıkan sonuç şudur. Allah'ın
varlığı onun algılanabileceği bir şekil olmazsa ispat edilemez. Böylece ona
göre din bilimin kanıtları aslında kör ve etkisiz varsayımlardır. Feuerbach bu
görüşleriyle Marx ve Engelsi etkilemiştir. Marx’ın din için "halkın
afyonu" tabirini ilk defa olarak kullandığı Hegel'in Hukuk Felsefesinin
Kritiği" adındaki makalesi Feuerbach'ın bu fikirlerinin tesiri altında
yazılmıştır. Cümlenin tümü oldukça nadir bulunabildiği için kendi başına
ilginçtir. "Din, başkasına tabi yaratıkların iç çekişmesi, kalpsiz bir
dünyanın kalbi ruhsuz olayların ruhudur. Din halkın afyonudur.
Marx'a göre, din eleştirisi genel bir dünya anlayışına yol açmaktadır. İnsan
dindeki aldatmacayı anladığından itibaren kendi kendine esir ettiği şartların
ortadan kaldırılması zorunluluğunu da anlar. Görüldüğ gibi Marx'a göre ideoloji
ile din arasında kuvvetli bir bağ mevcuttur.
KÜLTÜR
Toplumsal bilimlerin en kaypak ve anlaşılması en zor kavramlarından biri
kültürdür. Teknik anlamda kullanılmadığı zaman beraberinde getirdiği
çağrışımlar Picasco, Mozart, Beethoven, tiyatro, edebiyat ve sanatla ilgilidir.
Fakat teknik anlamda kültürün çok daha geniş kapsamı vardır. Her toplumun
toplumsal özelliklerinin bir maddi dayanağı vardır. Mesela, sepet örmenin çok
önemli olduğu bir toplumda sepet örebilmek için kurutulmuş saz saplarına veya
bir çok ince dallara ihtiyaç vardır. Bu "belli bir şekilde işleme"
dal türünden maddi bir olay mıdır, yoksa öğrenilen sembollerle anlatılan bir
işlem olması bakımından maddi değil midir? Önemli olan, belirli bir sepet örme
veya evlenme veya hükümranlık veya harbetme şeklini toplum içinde nasıl herkes
tarafından bilinen, diğer kuşaklara da geçirilen bir model haline geldiğidir.
Bunu sağlayan yolların tümüne "kültür" denmektedir.
Kültür bütünlerinin bir kere ortaya çıktıktan sonra toplumun, değişen
şartları dolayısıyla ihtiyaçları değiştiği zaman bile, kendini devam ettirmeye
eğilimli olmasıdır. Mesela, doğum kontrolünün kötü olduğu şeklinde dinsel
planda oluşan bir inanç, DDT kullanan ve o sayede o zamana kadar rastlanmadık
bir şekilde üreyen bir toplum da başlangıçtaki toplumu yaşatıcı fonksiyonunu
kaybettiği halde, kendiliğinden meşru inanç olmaktan çıkmaz.
III. BÖLÜM
DİN SOSYOLOJİSİ AÇISINDAN İSLAM
Bu konunun amacı islami inançların Türkiye'de halk katındaki gelişme
şeklinin etkilerini incelemektir. Araştırılan alan islamiyetin bugün,
Türkiye'de sokaktaki adamın fikri kalıplarını etkileme mekanizmasıdır. Daha
uzak amaç bu fikri kalıplar ile toplumsal ve siyasal eylem arasındaki bağları
bulmaktır. Bu itibarla islam dinini incelerken onu tümüyle değil, halkın islami
inaçlarına ilişkin bazı yönleriyle ele almak gerekiyor. Daha sonra da
Türkiye'de bunların nasıl şekillenebilmiş olacakları aranıyor. Kısaca doğmadan
çok doğmanın halkın inançlarına bununda toplumsal eylemine olan etkisi
araştırılıyor.
"Her ne kadar islamiyeti, biz bir din olarak tanımlamaya eğilimliyse
de, Peygamberin onu daha çok bir millet olarak tanımlamış olması muhtemeldir.
D.S. Margoliut'un bu ifadesi islamiyetin bir millet olarak kavramlaştırılmış
olmasının yapı bakımından sonuçlarını bunların neler olduğunu araştırmaya
itiyor. Bir sistem olarak islamiyet bu açıdan diğer dinsel sistemlerden nasıl
ayrılıyor?
İlk başlarda islamiyetin toplumsal yapı bakımından belki en önemli niteliği,
kabile ilişkilerinin çok kuvvetli olduğu bir ortamda belirmiş olmasıdır. Fakat
islamiyet esas itibariyle mevcut olan bir şehirsel yapının üzerine kurulmuş
yapıttır. Fakat bu şehirsel yapı gelişmemiş olduğundan dinin birleştirici rolü
burada her zamankinden kuvvetli olmuştur. İslami inancın bu yapısal pekiştirici
rolü dolayısıyladır ki islam dininden az da olsa ayrılanlar islam devletinin
dışında kalırlar. Bunlar böylece bir anda hem zındık hem toplumdışı ve hem de
devlet dışı kişiler olurlar.
Dinin islam toplumunda ifa ettiği fonksiyonunun en soyut ve sembolik başka
bir ifade ile ideolojik şekli, müminin kendini Allah'a tüm teslimiyeti fikrinde
belirir. Bu teslimiyetin özel bir şekli insanın şeriate teslimiyetidir.
Teşekkül eden cemaatın başında bir idareci değil Allah'ın kendisi mevcuttur.
İslamiyeti kabul eden bir kabile başkanı Peygamber'e "sen bizim
hükümdarımızsın" dediği zaman peygamber ona "hükümdar Allah'tır, ben
değil" cevabını vermiştir.
Bu toplum örgütlenmesinin dinsel bir formüle dayanması olayının örneğin
siyaset için olan sonuçlarını bir islamiyet alimi şöyle ifade etmiştir.
"İslamiyet Allah'ın dolaysız idaresi milletin üzerinde gözlerini diken
ilahın hükümranlığıdır. Diğer toplumlarda civitaş, polis devleti olarak bilinen
birlik ve düzen ilkesi islamda Allah tarafından temsil edilir. Allah ortak
yarar uğruna çalışan en üst kuvvetin adıdır. Böylece kamu hazinesi
"Allah'ın hazinesi" ordu "Allah'ın ordusu" hatta kamu
görevlileri bile "Allah'ın memurlarıdır".
Allah'ın toplum hayatına nezaret ediciliği islamiyetin ideolojik yönünden
biridir. Bunun yanında islamiyetin yanında getirdiği bir diğer özellik toplum
içinde örgütlenme şekillerinden bazılarını kabul etmeyişidir. Bunlar
Dürkheim'in ikincil yapı adını verdiği kuruluşlarıdr. Şehirlere özerklik
verilmemiştir. Şehir Batıda olduğu gibi siyasi bir güce sahip, kendi
kanunlarını çıkaran ve özel mahkemeleri olan bir birim değildir.
Ele aldığımız bu meselenin diğer bir yönü ise, islam toplumlarında tüzel
kişiliğe hiçbir zaman Roma'da tanındığı kadar geniş bir örgütlenme meşruiyet ve
hareket serbestisi tanınmamış olmasıdır. Bu ikincil yapıların yerini ümmet
yapısına bağlı olarak "tarikat" yapısı görmektedir.
Müslüman aleminin özelliklerinden birinin "ümmetçi yapısı olduğu bilinen
bir gerçektir. Hatta, Atatürk devrimleri bazen Türkiye'de ümmetçi yapıyor
ortadan kaldırmak için girişilmiş bir çaba olarak değerlendirilir. Bunun yerini
vatandaş, birey, yurttaş ideolojisi yerleştirilmeye çalışılmıştır.
İslamiyette imanın ve ideolojinin oynadığı kapsayıcı rol çok büyüktür.
İslamiyet yalnız bir din olarak değil, bir sosyal kimlik aracı olarak
çalışmaktadır. Batı toplumlarında toplumsal eylemi şekillendiren bu rollerin
yerini islam toplumunun sunduğu islam dininin kapsayıcı talimatlarıdır. Ümmet
iyiyi emreder, kötüyü yasaklar. Böylece "İslam toplumlarında, Batı
toplumlarında çok daha önemli bir fonksiyonu olan "değer"lerin yerine
"normlar" geçmektedir. Kişisel planda tercihler daha azdır.
İslam toplumu biraz önce gördüğümüz üzere, bir normlar toplumudur. Bu
normlar ise şahısta utancı çok özel şekilde ortaya çıkarır. Burada utanç
toplumun beğenmediği bir hareketi yapmış olması dolayısıyla toplumun gazabına
uğrayacağı korkusu şeklinde belirir. Burada kendi inançlarını saklar. İnsanın
kendi öz inançlarını saklayabileceği onları açığa vurmaması gerektiği bunun
tehlikeli bir iş olduğu, ülkemizde, her politikacının bildiği gibi hala geçerli
bir düşünce tarzıdır.
Söz konusu ettiğimiz safhada önemli bir olay "özdeşleştirme"dir
Çocuk çok saygısı veya sevgisi olan birini örnek olarak seçip onun gibi hareket
etmek istemesidir. Çoğu zaman bu örnek kişi, baba veya bir diğer akrabadır.
İslam toplumlarında babanın abdest alması ise "bismillah" ile
başlaması ve günlük yaşantıları ile iç içe geçmiş olan diğer dinsel
davranışları, müslümana bir hayat yaşamanın ayrılmaz parçaları oldukları
ölçüde, çocuğu aynı şekilde hareket etmeye itecektir. Çocuk islami hayatın
gerekleri hakkındaki bilgilerinin büyük bir kısmını bu özdeşleştirme
mekanizmasından alacaktır. Yahya Kemal Özdeşleştirme sürecini Türk İslami
toplumunda nasıl çalıştığının bize güzel bir tasvirini vermiştir. (Ezansız
Semtler).
İslam toplumunda tespit edilen insanlar arası birincil ve duygusal ilişkilerin
önemi, ümmet yapısından gelen emirlerle desteklenir. Konukseverlik, eşdostla
iyi geçinme, dinsel bayramlarda başkalarının yaptıkları kötülükleri bağışlama,
sert ilişkiler kurmamaya çalışmak, bütün bunlar islami inancın tamamıyla
ideolojik yönünü oluşturan ümmet hissinin telkin ettiği hareketlerdir.
Gaza:
Ghazw, gazanın kökü Arap kabilelerinin mahalli talan faaliyetlerine verilen
addır. Gazi, bu bakımdan bir kabilenin geçim vasıtasını İslam devleti
kurulduktan bir kaç yüzyıl sürdürmüş olan bir kimsedir. Max Weber islam dininin
bir üst tabaka için talan imkanını veren bir yapıt olduğunu iddia etmiştir.
İslamiyetin amaçlarını böylece tanımlamak meseleyi belkide biraz fazla
basitleştirmektir. Fakat herhalde cihad islamiyetin başından beri islam toplumunun
önemli bir yönünü teşkil etmiştir. İslamiyet uğruna savaşmak, islami
toplumlarda çok yüksek sayılan değerler arasında başta gelmektedir. Wittek'in
belirttiği gibi kuruluş devrinde Osmanlı İslam’ının her yönü gaza ideolojisi
ile girift haldedir. Seyyid Battal Gazi böylece Araplardan Türklere intikal
eden bir kahraman haline gelmiştir.
İslamiyetin bütün özelliklerini yani:
a) Toplumun genel hatlarını tamamlayıcı
b) Talimat ve yönverici
c) İdeolojik ve kültürel anlamları topluma mal edici d) Kişinin korunmasını
sağlayıcı
e) İkincil yapıların yokluğunda, toplumsal seyyaliyet sağlayıcı
fonksiyonlarının nasıl elde edildiği tarikatların oynadığı rolde görebiliriz.
Tarikatlar
İslamiyet yayıldıkça onun muhtelif şekillerine tamamen uymayanlar bu
uyumsuzluklarının cevabını Ortodoks islam dışında kişinin ve grupların yorumuna
açık olan gizemcilikte (mistisizm) onun örgütlenmiş şekli olan sufilikte
bulmuşlardır. Sufiliğin kendi içinde kurumsallaşması tarikatların kurulmasına
yol açmıştır.
Tarikatçıların resmi ulemanın kuru doğru yoldan ayrılmayan kılı kırk yararak
sonuçlara varan öğretilerinden ayrıldıkları onlara cazip şekiller verdikleri
bilinen bir özelliktir. Edebiyat, sanat gizemcilik bed'i ihtiyaçların büyük bir
kısmı tarikatlar tarafından karşılanmıştır.
Bilhassa halk arasında tarikat yapısıyla birlikte dinsel kültüre paralel
olan heterodoks bir kültür gelişmiştir. Halk arasında Osmanlı devlet sınıfının
İranlılaşmış edebiyatının yerini ilahiler rağbet bulmuş, Yunus Emre ona en
yakın yazar tipi olmuştur.
Karizma
Birçok rakip halifeliklerin baştan itibaren halifeliği paylaşmadıkları bir
ortamda müslümanların aradıkları asıl meşruiyyet kaynağı islamiyetin şanına
uygun bir ortamda sürdürebilecek bir güce sahip olmaktır. Bu güçte karizma
olarak nitelenmektedir.
IV. BÖLÜM
OSMANLI İMPARATORLUĞUNDA YAPI ve KÜLTÜR
Osmanlı toplumu iki ana sınıfa ayrılıyordu. Askeri denen ilki saltanat
beratı ile padişahın dinsel yetki yada yürütme yetkisi tanıdığı kimseleri, yani
saray memurları, mülki memurlar ve ulemayı içine alıyordu. İkincisi reaya olup
vergi veren, fakat hükümete katılmayan bütün müslüman ve müslüman olmayan
uyrukları içine alıyordu.
Şehirlerde lonca zenaatları vardı. Devlet loncaları tüccarların tekelci
davranışlarına karşı koruyordu. Tüccar kapitalist oligarşilerinin kurulmasını
önlüyordu. Büyük devlet memurlarının olağanüstü yollardan kazanılmış servetleri
müsadere edilmesi muhtemeldi. Buda vakıfların kurulmasını teşvik etti. Osmanlı
iktisadi kontrol siyasetinin saiki hisbe olduğu kadar askeri yapıyı da
desteklemektir. Bunun kanıtı tahıl ticareti siyasetidir. Tüketiciler ve ordu
ihtiyacı yararına yalnızca üreticilere baskı yapıldı.
"Medeni Toplum" Yokluğu
Osmanlıda merkez hükümetinden bağımsız olarak işleyebilen ve mülkiyet
haklarına dayanan toplum bölümü görünmüyordu. Hegel bunu medeni toplum diye
adlandırıyordu. Hegelde sivil toplum özü teşkilatlanma hürriyeti kavramıdır.
Osmanlıda tüzel kişiliğin kurulmasına pek imkan tanınmıyordu. Durkheim ikincil
yapıları toplumda yerini alamamıştı. H.Ar. Gibb ikincil yapıların en yakın
Osmanlı karşılığını tasvir etmiştir. Esnaf loncaları köy kurulları ve
göçebelerin aşiret teşkilatları.
Osmanlıda statücülük ve bürokrasi çok yaygındı. Kısaca Osmanlı sistemi
yayılmışlıkta hafifletilmiş statü sistemi diye nitelendirilebilir. Temelde tüzel
kişilik kavramı vakıf kurumuna münhasırdı. Devlet buna haklı bir şüpheyle
bakıyordu. Zira memurlar bunu kişisel servetlerini devletin müsaderesinden
kaçırmak için kullanıyorlardı. Katı statü düzeni iki kültürün oluşmasına zemin
hazırlamıştır. Bunlardan ilkine saray kültürü, diğerine de taşra kültürü
denebilir.
V. BÖLÜM
CUMHURİYET DEVRİNDE "VOLK" İSLAMI
Cumhuriyet dinin toplumun şekillenmesinde görev dışı ilan edildiği bir
dönem olmuştur. İdeolojilerle toplum hayat, tanzim edilmek istenmiştir. Halk
kültürü ile aydınlar kültürü arasındaki farklılık Cumhuriyet Türkiye’sinde de
sürdürüldü. Halkla alakalanan yazarlarımız bile halkın cehaletini göstermeğe
çalışmışlardır. Medeniyet arama salt seçkinler katında yürütülen bir faaliyet
olmuştur. Halk dini seçkinler dışlanmıştır. Halk İslamı kuraldışı sayılmıştır.
Fakat halk kişiliğini kendi değer yargılarına göre tanımlamaya devam etmiştir.
Kemalizm kültürün kişilik yaratıcı katında yeni bir anlam yaratmadığı ve yeni
bir fonksiyon görmediği için bir rakip ideoloji rolünü oynayamamıştır.
Kemalizmin bir diğer zaafı dine rakip olabilecek ideolojilerin ortaya çıkmasına
müsaade etmemiş olmasıdır.
Ümmet Dünya Görüşü
Ümmet dünya görüşünün Cumhuriyet aydınlarına tevarüs etmiş olan şekli
sosyal hakikatlerin basit hakikatler oldukları fikridir. Bundan dolayı kendi
içinde bir anlam taşımayan "hurafe" kavramı ülkemizdeki birçok
aydınlar için yeterli bir izah teşkil etmektedir. Fakat bu hurafelerin bir
sistemi olduğu da karşısına geçilmez basit bir gerçektir.
VI. BÖLÜM
AMPİRİK KANITLAR
1- Din sosyolojisi bakımından
a) Dinin gerek kişi katında gerek toplum yapısı katında bir fonksiyonu vardır.
b) Dinin kişi katındaki etkisi şudur. Kişi din aracılığıyla kontrol altına
alamadığı bazı kuvvetlere tabi olduğu hissine karşı bir kişisel güvenlik
mekanizması kurar.
c) Dinin toplum katındaki fonksiyonu
*Etrafındaki dünyayı anlamasına yarayan bir model temin etmesinde
*Toplum ilişkilerini pekleştiren yönler vermesinde belirir.
2- İslami inanç bakımından
a) Dinselle dinsel olmayanı islamiyet ten birbirinden ayırmak zordur. Herhalde
kişinin sosyal kimliği dinsel kalıplarla teşekkül eder.
b) Dini doğmanın islami toplumlarda ideolojik bir mütenazırı vardır. O da ümmet
dünya görüşüdür.
c) İslamiyet’te seçkinler dini-halk dini şeklinde başlangıçtan beri bir ayrılık
olmuştur.
d) Allah'ın kapsayıcılığı ve kişilerin Allah önünde eşitliği anlayışı bu
ikiliği kapatma fonksiyonu görür.
3- Osmanlı imparatorluğu yapısı bakımından
a) Osmanlı imparatorluğunda halk kültürü ile seçkinler kültürü arasındaki ayrılık
kendini din alanında da belli etmiştir.
4- Türkiye Cumhuriyeti bakımından
a) Cumhuriyetin modernleştirici aydınları bu dini ikiliğe önem vermemişlerdir.
b) Teklif ettikleri hal çarelerinde ümmet yapısına sandıklarından çok daha
bağlı kalmışlardır.
c) Türkiye Cumhuriyetinde tüzel kişiliğin hukuk teorisine girmesi ve batılı
hukuk normlarının tatbiki ilk defa olarak dine devletten ayrı olarak
teşkilatlanma şansını tanımıştır.