Sırrımın katibiydi o.
Sırlarımı yazardı.
Ben bir padişahtım.
Padişah sözcüğünün son hecesinden bir elif geçen zamanlardı. Bir
sarayım, bir ülkem, bir tebaam, bir saltanat arabam ve bir de sır katibim
vardı. Bir sır katibim olmasını yeğlemezdim oysa. Çünkü ben sırrı olmayan
bir padişahtım.
Sırrı olmayan bir padişahın sır katibi olmayı da o istemezdi kuşkusuz.
Ama bir sır katibim vardı teşrifatta. Böylece biz, benim sırrımın değilse
de sırsızlığımın birbirine bağladığı iki kişi olduk önceleri. Oysa bir
kişi olmalıydık. Ben padişah olandım.
Mutsuzluktan kırılırken benim halkım, cezbe, ilim ve bilgelik arasında
ilim yanımla dayandım. Cezbe yanımla yandım. Bu yüzden rüyalarımdaki
bulutların arasından görünen parlak ve kocaman yıldızların bir değil
birden fazla tabiri vardı daima, anlardım. Ama bir rüyanın birden fazla
tabiri olmayacağı öğretilmişti çoktan. Kendi düşüme düşlenen, kendi düşüme
tabirci yine ben, böyle oluşum da bilgeliğimden olsa gerekti. Söyledim ya
ben cezbe, ilim ve bilgelik arasındaydım.
Ben bir padişahtım. Hiçbir kapı benim sarayımda rüzgarla açılıp
rüzgarla kapanmazdı. Her kapının açılması da kapanması gibi, önceden ve
dakika dakika defterlere kayıtlıydı. Nasip, gerçekleşmiş zaman demekti
benim kanımca. Mutsuzluktan kırılırken benim halkım, gözlerimden benim,
kendim için yaş akması yasaktı. Biri benim yerime inci gibi yaşlar döksün
isterdim gözlerinden. Ben bir padişahtım. Kaybolurken dünya ile arama
giren teşrifatın uğultusunda, şahlara yaraşır bir inci değil, sadece
şahtım.
Kalbi, acılarıyla başka bir kalbe açmanın anlamını bilmezdim, o eşsiz
lezzeti.
Ama her insan kadar insandım. Çok uzaklarda kalmış olsa da bir ölüm
örneğin, beni de aniden hatırlandığında her insanı vurduğu kadar vururdu.
İçim kanarken su verirdim sardunyalara. Re'lerin üzerinden uçarcasına
geçerdim. Rüzgardan bir saltanatım vardı gerçekte. Kocaman ordularına
savaş açardım da içinde yaşadığım eskimiş bir dünyanın, penceremin önüne
konan "yaban güvercini suzinak besteler" daha bana alışmadan ben onlara
alışırdım. Ve hiçbir karınca parmaklarımın arasında ufalanmazdı.
Kalbim kadar sade kalbim kadar açıktım. Cümlelerimin tümüne yayılmış
bir ıztırab tenasübü, hayatımı bir kesit olmaktan çıkararak bir bütüne
dönüştüren gizli müşterekti.
Ben böyle bir padişahtım. Sırrım yoktu. O ise sırrımın katibiydi. Garip
işti. Teşrifat böyleydi yazık ki.
* * *
Ama bir sırrım oldu bir gün. Bir ezel tanışıklığı, bir çöl yangını indi
kalbimin tam ortasına. Artık sırrı olan bir padişahtım. Ateşine tutulduğum
ne kadarsa kalbim o kadar çoğaldı. O, katib-ül-esrardı. Ateşin sırrından
anlardı.
Ona, onu anlattım. Ruhun sılasına, sürgünün yurduna dönmesinin ne kadar
çok kurban istediğini. Ona bunu da anlattım. Gecelerce anlattım.
Sabahlarca anlattım. En az iki minaresi olan salatin camilerin kandilleri
tanıktı anlattıklarıma. Çeşmelerde sular, geceleyin arz, gündüzleyin sema
tanıktı. Düşman tanık değildi. Dost da tanık değildi.
Sırrı dökülmüş aynaların derinliğinden konuşurdum ona. Hiç yüzüme
bakmazdı.
Sözün hükmünde hükümsüz, sükutun hükümsüzlüğünde hükümlüydü zamana.
Yani sözden anlardı. Yani beni anlardı.
Önce sözcüklerimi verdim ona. Benim sözcüklerimle konuşmaya başladı.
Sonra rüyalarımı. Rüyalarımı görmeye başladı.
Sonra ona, git ona aşkımı söyle, dedim. Sen sırların adamısın.
Kalplerin dilinden anlarsın. Öyle anlat öyle söyle ki beni anlasın. Aşikar
olsun kalbim nazarında. Beni sevsin. Böyle dedim.
Ona gitti. Ona aşkımı anlattı. Ama benim aşkım gibi değil kendi aşkı
gibi anlattı.(*)
Kalbimi vermiştim ona. Benim kalbimle sevmeye başlamıştı.
* * *
Neden, diye sormadım hiç.
Yakınlığı iç temas doğuran bir öykünün hem yazarı hem kahramanıydı. Ona
verdiğim rüyaları görmeye başladı da görmem için bana rüyalarını vermedi.
Kalbimle sevmeye başladı da, ben onun kalbini hiç görmedim. Kendi
sözcükleri kadar kendi kalbi de yoktu çünkü sır katibinin. Sevmek için
başkasının sözcüklerine, yaşamak için başkasının kalbine muhtaçtı.
Başkasının sözcükleriyle konuştu ama ölümü kendi gövdesinde duydu.
Başkasının kalbini kuşandı da sevmek için kendi kalbiyle öldü.
Bana gelince. Bir gün dönüp de kendi kalbimle ve kendi sözcüklerimle
sevmeye gelince sıra, gördüm ki kalbim yerinde değildi, beni terk etmişti.
İhanete tahammülü olanın adı padişah değil miydi? Ben bir padişahtım.
Ezelden padişahtım. Hep padişahtım. Bu yüzden hayatımın sırrını başkasının
kalbinde yaşadım.
Sırrımın katibiydi. Ama nasıl sır katibiydi ki o, ölümümü bildi de
önceden, acının, rüya içindeyken tabir ettiğim rüyalarıma kadar sirayet
ettiğini bilemedi.
Ben padişahtım. Hep başkaları için yaşadım. Mutsuzluktan kırılırken
benim halkım, kendim için göz yaşı dökmeye hakkım yoktu. Tanık olsun bütün
tanık olacaklar, sadece mutsuz olma hakkımı kullandım. İsim. İmza. Tarih,
gün gibi aklımda.
(*) Halide Edib'in de Ateşten Gömlek'te kullandığı, Long Fellow'un bir
masalından.
|