06 Şubat 2000

Gülbahar


Gülbahar Hatun; II. Bayezid'in kadını, Yavuz'un annesi,

Trabzon'da, adıyla anılan türbede bekliyor.

Henüz önündeki baharın resmini suhufunda taşıyamayacak kadar kışa dair bir sabahtır. Nereye gideceğinizi bilmezsiniz önce. Sadece çağırırlar. Yola çıkarsınız. Önce bir çocuk. Bir ilkokul öğrencisi belki. Bir genç kız sonra, sonra bir kadın, bir hoca. Hepsi sizsiniz. Saklı kentlerden, yitik kentlerden geçmiştir de yolunuz bunca, kendi kentinizden geçmek için neden bugüne kadar beklemişsinizdir?

Yol çeker sizi. Adımlarınız itaatkar, dahası aceleci. Bildik ormanını seke seke dolaşan ceylanın ardındaki topal avcıdan daha fazla yorulduğunuzu kimse iddia edemez nasılsa.

Pencerelerde yaşlı kadınlar. Her biri, bir zamanlar üzerinden geçtiği gençlik ve güzelliğin serüveninde eksilmiş gibi görünse de kendinden ürküntülü, her birinin yüzünde bütün yaşlarla birlikte bir on sekiz yaş da gizli değil aşikardır. Tebessüm edersiniz. İlk kez yaşlı kadınları genç olanlardan daha fazla beğenenlere hak verirsiniz.

Hayatın yüzüyle şiirin yüzü hoşça bir uyum içindedir ilk kez. Ne hayat şiire dönüşmüştür üstelik, ne de şiir hayata. Hiçbirinin buna ihtiyacı yoktur. Her ikisi de kendileri olarak öylece dururken, fazla edebi olmayan bir öykünün ölümle bitmesi kadar yerli yerindedir her şey.

Güzergah belli değildir önce. Sır katibiyle padişahın öyküsü dokunurken hayatın üzerinde, hayret, siz onu dokuyan hayatın içindesinizdir. Genç mezarlık bekçisini görürsünüz sonra. Öyle, mezarların arasında ölüm kadar güzel, ölüm kadar çağırıcı. Bir yasak gibi kente süzülen, aceleyle gelen ve aceleyle giden yolcunun, yağmurlu bir gecenin tam ortasında doğu kapısına doğru uzaklaşması kadar kararlı. Bir sunak taşının arkasından gizlice ve tutuklu, seyredilen bir Çeçen dansçının dansındaki siyahın ölümü kadar tutkulu.

Bir havuzun yüzüne görüntü bırakırsınız sonra. Yolun sonudur. Şimdi telaş bitmiş kalbe sekine inmiştir. Çağıranın çağrısı. Gülbahar türbesinin kapısına, çağrıldığınız yere gelmişsinizdir.

Yolun sonunda ve aniden. İlk defa görürsünüz. Oysa bu yoldan kaç defa geçmişsinizdir. Her şey gibi çağrılmanın ve çağrıya icabetin de zamanı vardır, bir kez daha öğrenirsiniz.

Bir külliye ki medresesi yitik, kendisinden geriye kalan bir cami, bir şadırvan. Bir avuç kuş kanadı, bir salkım su sesi. Bir de kuzey yüzünden penceresi esirgenen bir türbe. Farsça bir kitabe. Kafesli yeşil bir kapı. Mor bir kurdeleyle bend olunmuş kalemkari pembe bir gül buketi. Bir sırmalı çevre sanduka üzerinde. Kaç perde, kaç örtü, kaç peçe? Kaç karanlık, kaç sır, kaç gece? Kaç hal geçti üzerinden Gülbahar? Kaldır kalbinin nikaabını Gülbahar!

"Padişahların Kadınları ve Kızları" arasına sıkışmış baharlardan bir bahar. Gülbahar: "Hakkında bilgi azdır. Birbirine yakın iki Gülbahar vardır, vesaire vesaire..." Bu demektir ki Gülbahar, kendisinden daha ziyade, iki Gülbahar'ın (biri annesi biri kadını) ikliminde var olan bir veli Bayezid ve iki Gülbahar'ın (biri annesi biri babaannesi) gölgesinde boy veren Yavuz bir hükümdar anlamına gelmektedir.

Ömrünün büyük yarısı payitahtta geçmiş bir sultanın, oğulcuğunun şehzadeliğine refakatle, bir şehzade taşrasında ölmeye gelmesinin sırrını düşünürsünüz. Davete icabetin kuşku yok ki zamanı gibi yeri de vardır, bunu da öğrenirsiniz.

"Yavuz" bir hükümdarın çocukluğuna değmiş bir şefkat eli ve "Yavuz" bir hükümdar olacak selim bir çocuğun ellerini saçlarının örgülerinde gezdiren şefkat.

Gülbahar, suyun kıyısına kurulu kentimin üzerinde, sessiz ve gösterişsiz asılı duran şefkattir. Gülbahar, kentimi bekleyen bir kadın kalbidir.

Bir kadın kalbinin gölgesindeki hüznün terazisinde ölçülürken her şey, işte o her şey birden bire değişir. Bir iplik kopar gibi aniden verilir muştu. Türbe parmaklığının önünde omuzlarınızdan yakalayıp da sarsan sırrı biraz anlarsınız, çoğunu anlamazsınız. Sizi bu kentte en çok o anlar, anlarsınız. Çünkü o kadındır, bütün kadınların kalbiyle birlikte içinde giderek daha çok kalp sözcüğü geçen yazılar yazanın da kalbini bilir. Siz de onu bilirsiniz. Çünkü onunki de sizinkine benzeyen bir kalptir.

Deniz kuzular aniden. İyi saatler geçer üzerinizden. Kentinizi seversiniz. Birden.

Kentin anahtarları şimdi yeni sahibine devredilmiştir. Kent ona yakışır, o da kente. Değil mi ki her kenti, sahibinin kılan bir şey vardır ve her kent, anahtarlarının fettahına teslimi zamanına kadar saklanmaktadır.

Gece iner. Yol biter. Gideceğiniz yer bellidir de geri dönersiniz. Suyun kıyısında gece hiç bu kadar yağmurlu ve yağmur hiç bu kadar karanlık olmamıştır. Bir ceylan ölürken, kendisini öldürenin gözlerine baktığında, onu öldürenin gözlerine baktığı her ne ise işte onu öğrenmişsinizdir. Bu kentin neden şimdiye kadar bir türlü sizin olmadığını ve fakat bu kentin bundan sonra sizin olduğunu artık anlarsınız.

-- o --