Zilkade hilali göründü. İncecik ve ürpertili.
Kış ortasında odasına düşen, kandırılarak açtırılmış, sarı bir
lalenin cazibesine kanan yazıcı zamansız bir lale yazısı yazmaya
kalkıştı. Olsun! Bir gül yazısı yazmak için vakit hiçbir zaman geç
değilse, bir lale yazısı yazmak için de vakit hiçbir zaman erken
değil demektir.
Yaprak üzerindeki şebnem damlasına isabet eden yıldırımın
armağanı. Efsane. Lale.
Azımsanır gibi değil: "Gülün alımlı rakibi." (*)
Ama iki lale var.
Başlangıçta lale Türk. "Yaz evvelinde Gence düzünde" açması bu
yüzden. Başlangıçta kır çiçeği. Kendine mahsus tatlı bir fıtriliğin
içinde taşralı. Geç İslami metinlerdeki Öztürkçe bir kelime kadar da
sevimli ve yalnız. Öyle olmasaydı Divan şiirinin henüz başlangıcında
Necati Bey, lalenin taşralılığını, edep erkan bilmezliğini ima
ederek gülün nezih meclisine alınmadığını söyler miydi?
Taşradan geldi çemen sahnına biçare durur
Devr-i gül sohbetine laleyi iletmediler.
Böyle der miydi?
Ünlü Avusturya elçisi Busbecq'in Türk Mektupları'nda, şehir
dışında ve yol kenarlarında gördüğünden hayranlıkla bahsettiği lale
bu olmalı. Eski metinlerde adı Lale-i Numani tamlamasının ağır
başlılığında dursa da o bildiğimiz yabani çiçek: Gelincik.
Fakat ikinci bir lale daha var. Kırların, kendi üzerine kapalı
mahcup gelinciğinden, bir uygarlığı ele geçirmiş ihtişamlı ve
mülteci bir kimliğe uzanan bir serüven çünkü lale. Başlangıçta
taşralı sonra aristokrat, başlangıçta sadelik sonra ihtişam. Saf,
sonra girift. Öyle, sonra böyle. Üstelik Lale-i Numani'yi, türlü
çeşit isimlerle anılan ve bedeli ağır cazibedeki lalelerden herhangi
birine dönüştüren yol, bir Türkmen aşiretinden bir "imparatorluk"
çıkaran seyirden çok da farklı değil.
O seyirin alfabesinde lalenin, Allah lafz-ı celilinin yazıldığı
harflerle yazılıyor olması itibarını artırdı. Hilal de öyle. Ve
üçünün de ebced karşılığı altmış altı. Altmış altı, Elhamdülillah!
Lalenin gördüğü itibarda bu tevafukun payı büyük oldu. Öyle ki Allah
sözcüğünü oluşturan cevahir harflerinin noktasız oluşuna mebni
lekeli laleler pek de makbul sayılmadı.
Noktalı ya da noktasız, lale, iki kimliği arasında Türk ve
Osmanlı'ydı. Ama seven ve sevilen hakikatinde daima vedud. Bu yüzden
başlangıçta birken esma-ı hüsna mukabilince çoğaltıldı. İki binden
fazla çeşidinin zuhuru bu yüzden.
Tanpınar, lalenin stilizasyona son derece müsait olduğuna dikkat
çeker. Tecrid esasına dayalı Müslüman-Osmanlı sanatında, gülün
hayattaki tartışmasız üstünlüğüne rağmen, lalenin bu kadar yer
bulmasının nedeni, bu çiçeğin biraz da "serapa üslup" olmasındandır.
Mimesis esasına göre görmeye alışmış Hollandalı ressamlardan birinin
tuvalindeki gerçeğine çok benzeyen sarı bir lale ile bir Osmanlı
çinisindeki gerçeğine çok da benzemeyen mavi bir Osmanlı lalesi
arasındaki fark iki dünya arasındaki fark kadar büyüktür. Gerçek
hayatta mavi bir lale yoktur. Doğru; ama, gerçek ile irtibatı ortak
bir çizgiden ibaret kalmış bir tecrid muhayyilesinde de mavi bir
lalenin sarı bir laleden farkı yoktur. Ve yakalanması bir uygarlığın
özümsenmesi anlamına gelen o ortak çizgi, çini üzerindeki bir
lalenin lale olabilmesi için hem yeterli ve hem de gerekli şarttır.
Bu yüzden lale, bir gül medeniyeti içinde yaşamasına rağmen
Osmanlı'nın remzi, Hilal ve Allah açılımlarındaki lalenin çizgisinde
Osmanlı'nın hüsn-i medeniyeti inkişaf etti. Lale Osmanlı'nın
ihyasıydı. Özden uzaklaştıkça ifnası oldu. Ve lale "boyunduruğa"
dönüştü.
Lale devri bunun acıklı özeti. Şaşaalı görünse de.
Avusturyalı bir elçi olan Busbecq'in elinde Avrupa'ya
götürülerek, bir müddet sonra bir başka Avusturyalı elçi Horn elinde
yabancı bir seyyah gibi kendi ülkesine geri dönen lale, giden lale
değildi artık. Lale devrinin arkasından koştuğu lale; sultanı da,
şairlerinin sultanı da "lale" redifli birer gazel yazmış olan,
ser-mimaranı da şaheserinin müezzin mahfiline bir "ters lale"
kondurmaktan kendini alamayan muhteşem bir on altıncı asrın
(Süleyman, Baki, Sinan) tanıdığı o mavi lale değildi.
Artık o sarı bir laleydi.
Bir yerlerde bir lale yitmişti.
Gülbahar'ın çeyiz sandığı içindeki örtüden bir buğday başağına,
çıkışı olmayan öykülerin sancısındaki sarı bir gülden kandırılmış ve
zamansız açtırılmış sarı bir laleye uzanan yolda. Sarının güzel
olduğunu fark etmek bazen çok pahalıya mal olabilir.
Olsun!
Bilirsiniz, hemze elifin bir şeklidir. Elif de hilal gibidir.
Hilal laleye, lale de Allah'a çıkar sonunda.
Ben şimdilerde on altıncı asırlardan kalma çini bir pencere
alınlığında, tam sağ alt köşeye imza düşürülmüş mavi bir Osmanlı
lalesi neler düşünür, onu merak etmedeyim. Lale mühürlü, kendi
tarihçesinin farkında mı her zaman merak edilebilir bir kağıdın
sathında. Ben. Yani modern zamanların mavi laleleri kavramakta
zorlanan bilinci örselenmiş, ben demekten hoşlanan çocuğu.
Sağ avcumun içinde ters bir lale, kusursuzluğuyla kem nazarları
çağıran Selimiye'nin mazisinde ters huylu bir kadın olmasam da.
Bir sahaf dükkanının derinliğinde ilk sahifesi yitik bir Lale
Risalesini okumaya bir türlü başlayamıyorken ben, yine ben; bir
laledanlığa daldırılmış tek sap lalenin uyandırdığı aşinalığın
sızısında.
(*) Beşir Ayvazoğlu, Güller Kitabı 1992, s. 11 1.
|