Siz beni bilmezsiniz. Ben bir kiraz ağacıyım, pembe çiçekli. Siz bir
yazıcı, bu yaşa değin bir kiraz ağacının altında oturduğunuz bile
şüpheli. Erken tarihli bir Osmanlı çinisinde mavi bir lalenin
cezbesindesiniz en fazla. Açık renkli ipek bir kumaş üzerinde
giderek büyüyen mor bir mürekkep lekesi gibi, bir minyatür
sükunetine sızmış bir hayat sizin hayattan anladığınız. Bu yüzden
aynı anda yazılan iki yazının, birbirine uzaklığı kadar uzak,
yazıcının kalbine yakınlığı kadar yakınız nihayetinde. Siz bir
yazıcı, ben bir kiraz ağacı, pembe çiçekli.
Siz cümlelere indirgeyerek yaşarken hayatı, siz sözcüklerle
hükmederken hayatı, ben hayatın ta kendisiydim. Yapabildiğiniz, en
fazla, namlusu kendinize dönük bir eleştiri silahının tetiğine
dokunmaktı, yüreklice. Ama neticede o da kelimelerle. Vurulmak?
Yapmayın, gerçekliği olmayan bir yaşamın vurulmasından söz
edemezsiniz. Bu yüzden laleler çinilerin üzerine düşen ateşten
çiçeklerdi de, ben köklerimle sarıldığım topraktım.
Hayatımın karşısına, beni tam orta yere alıp da ezmeleri için
ikinci bir el koymamıştım. Bakabileceğim, kendi içimden başka çehre,
yansımamı görebileceğim kuyudan başka ayna yoktu. Önündeki ve
arkasındaki mevsimin fotoğrafını aynı anda içinde taşıyan mart gibi
hayattım. Bir mumun üzerinden elini geçiren zahidin duyduğu
cehennemi acı gibi hayattım. Bir Osmanlı minyatüründe, Yusuf'un
gömleğini arkadan yırttığı gece Züleyha'nın sırtındaki giysinin
kırmızısı kadar hayattım. Bir çiçeğimden kainatın özüne dair özeti
çıkartabilecek kadar hayattım. Öykülerim yoktu. Ölüm kadar hayattım.
Bir çift elmas küpenin, cariyeler neler yaşar merak etmiş bir
sultanın kulağında, bir mumun alevine söyledikleri her ne ise, hiç
bilmedim. Merak da etmedim. Bir aynaya mı düşer bir ormanın
derinliği, bir ormanın sathına mı düşer bir aynanın görüntüsü? Bir
kiraz ağacı mı çıkar çerçevesinin dışına bir minyatürde, bir çevre
mi düşer bir kiraz ağacının içine, hiç düşünmedim. İçinde olan
yazıyı bulup da çıkaramayan yazıcının acısı ile, içinde bile olmayan
yazıyı bulup da çıkaramayan yazıcının acıları arasındaki fark, bunu
da düşünmedim. Alfabesi bilinip de harflerinin birbirine nasıl
katılacağı bir türlü öğrenilemeyen bir yazı ile yazılmış metin
karşısında okuyucunun duyduğuna benzer bir sıkıntım da olmadı.
İçinde yaşadığım bahçe, bahçesinde yaşadığım ev gibi kurgu değil,
hayattı. Birinin çoğalması için diğerinin azalması gereken bir
ilişki ikilisi değildi bizimkisi. Derinliğimize çektiğimiz kuyunun
sesinde, sürekli çoğalan bir çocuk sevilmişliği vardı. Bu yüzden
"sahife-i alemde adımız" baki kalmadı, sadece "yok" oldu. Tam da bu
yüzden işte hayattım. O kadar ki hayatı taklit edemeyecek kadar
hayattım.
Bir eşikten atlasam, bir çininin içindeki sedaya girecektim
belki. Ama hayat fotoğraflardaydı. Siz yansımalarda asılı kaldınız.
Bir bozgun sahnesini gösterse de, hayatın bir sahnesi karşısında
bozguna uğrayan yine ve daima bir aks-i sedaydı.
Bir kiraz ağacıyken ben hayatın yorumunu bir kiraz çiçeğinden
daha iyi ne yapabilirdi bana?
Ay'ı deniz üzerinde hiç görmedim. Bir denizim olsaydı; deniz
yekpareyse aynasına düşürdüğü görüntü de tektir, bunu baştan
bilirdim. Yolum uzundu oysa. Bir kuyunun derinliğindeki suyun
üzerinden gülümserken ay bana, kuyu adedince çoğalan ay'ın gökte bir
olduğunu öğrendim. Hep bir olduğunu fark ettim. Kıvama böyle geldim.
Kıvamın da üzerinde kıvam var. Bir hayat bölünürken gözlerimin
tam önünde ve tam orta yerinden ikiye, kıvamın da üzerindeki kıvamı
öğrendim. Bütün bağlılıkların da üstündeki bağı öğrendiğimde,
razılığın ne anlama geldiğini öğrendim. Razılığın gelecek gibi
geçmişe de yürüdüğü gün bütün düğümler çözüldü.
Düğümler çözülünce: Ahşap kapı. Sade çizgilerle oyulmuş kapı
tokmağı. Su değdiğinde sardunyanın kokusunu saldığı ağustos sabahı.
Suyu ilk kez tanıyan çocuğun, şefkatin kutsayıcı gözü önündeki
üryanlığı kadar hakikattim. Peçesiz ve perdesiz. Hayat kadar
güzeldim. Güzelin, güzel gösterilen; bilinenin, öğretilen olduğunu
fark ettim.
Yazıcıya sitemimdir. Artık diyorum, pembe çiçeklerinin rengini
gözlerinizle göreceğiniz bir kiraz ağacı dikseniz, yitik de olsa,
bir bahçenin köşesine. Şöyle kuyunun tam üzerine. Yazıcıların da gün
gelip kiraz ağaçlarından öğreneceği şeylerin var olduğunu bilseniz.
Ya Fettah, aç artık kapıları. Ya Basıt, çöz dilimin bağını. Ya
Rezzak, ver, nasibim ne ise.
Ya Vedud!
Gözümün yaşını eksik etme. Çiçeğimi al razıyım. Ben ki Yusuf'unu
yitirmiş bir kuyunun üzerine eğilmiş pembe çiçekli bir kiraz
ağacıyım.
Bir kuyum vardı. Bir de Yusuf'um. Sahibinin ölümünden sonra da
açık kalacak bir amel defteri olarak toprağa armağan edilmiştim. Gün
geçti. Kat karşılığı müteahhide verildim.
|