Ben: Nilüfer, bir öykü çiçeği. Ben diye bilinen bir dizi öykünün sonlara
doğru zuhur eden kahramanlarından biri. Ahir zamanlarda olduğumuz
tartışma götürse de, size anlatamayacağım hadisatı yaşadığım
zamanlarda denizin yüzünü doldurdu evler. Arkamda deniz önümde
evler. Ne yaptımsa denize bakarak yaptım. Denize bakarak işlediğim
hatalar da denize bakarak bulduğum doğrular kadar gerçekti. Dahası
denize bakarak yandım denize bakarak dayandım.
Ben ki bir oyunun hem başrol oyuncusu hem de şeref konuğuydum.
Yaşlı gözlerle ve hayretle seyrettim hem sahnedeki hem koltuktaki
kendimi. Fecrin, ilk ipliklerini çöle bıraktığı yerde kaçırılan bir
vakit ne kadar kıyametse o kadar kıyamettim.
Sahne: Özgürlük meydanı. Özgürlük meydanı, perde ile dekor
arasındaki kadar mesafe. Gong! Perde açılır, başlar özgürlüğün
oyunu. Tekrar gong! Kapanır perde. Gürültü patırtı, sandalye sesleri
arasında salonu terk eder seyirciler. Oyuncu perde ile dekor
arasında şimdi şaşkın. Salon kapıları kapanmaktadır.
İnanmadan söylemeyi oyuncuyken yani sesimin perdesi beni ele
vermezken öğrendim. Oyun bittiğinde ve sesim beni ele verdiğinde ise
verdiğim tüm sözleri geri alan yine bendim.
Şehrin öbür ucundan koşarak gelen haberciyi ben taşlamadım. Hayal
ufuklarım, üzerinden rüzgar geçen gri denizin ufkundan öteye de
geçmedi. Kendim için tahayyül ettiğim ölüm kendi ölümüme uymadı hiç.
Siyah bir ölüm olamadım. Siyah bir ölüm olsam, aklanmayı hak
edebilirdim. Oysa en fazla beyaz bir ölüm olarak kararmayı göze
alabildim. Süslediğim metinlerden de sakil çıktı hayat. Üstelik
hayata güvenmiş de değilim.
Ama bir özet cümlesiyle; cümle kapılar kapandı yüzüme. Kalbimin
kapılarını acıya açmaya en az niyetli olduğum zamanda oldu bu. Ve
ben kapıların önünde kalakaldım. Önünde kalakaldığım, korkulu bir
mesnevinin sonunda serin bahar sabahının ferahına açılan yedinci
kapı; ya da sadece en küçük şehzadenin açabildiği kırkıncı kapı
değildi. Tövbe kapısı, azap kapısı, çiçekler kapısı? Bunlar da
değildi.
Ben, bana ait evin kapısında kaldım mevsimlerce. Ne anahtarlarım
uydu bana ait kapının değiştirilmiş kilitlerine ne de bir izin olsun
alabildim bana ait evi gezmeye.
Bir firavn mezarı demek olan ehramın karanlığında hakiki
kapılarla birlikte kendisini inşa edeni de içinde tutarak kapanan
yalancı kapının öyküsü gibidir bu öykü. Hazır olun, ya da kaçın!
Kapanıyor kapılar: On'dan geriye doğru sayım başlar. Dokuz, sekiz,
yedi. Kuğunun başı kanadının altında. Altı, beş. Kuğunun kulağının
arkasında bir nilüfer çiçeği. Dört, üç. Kuğunun gözleri kapalı. Kuğu
aç gözlerini. Bir, sıfır! Kuğu öldü! Ölüm kalbe gökyüzünün
neresinden iniyor? Ve ölüm gökyüzünün katlarını aşarak ve kalbin
tabakalarını da aşarak o en içteki fuada değdiğinde ölümsüz olanlar
ne yapıyor? Menekşe mendilin düşe! Oysa ben hiçbir şey yapmadım. El
ayak çekilmişken ve eşya ışığın içinde yüzmeye başlamışken. Bir
kitabın üzerine eğilmişlerin yüzünde, uzak ve güzel bir yolculuğa
çıkanların yüzlerinde götürdüğü her ne ise onu gördüm sadece. Bunu
gördüm göreli ben evimle arama giren kapının önünde bekletilirken,
siz tahammül edemediklerimi gördünüz. Tahammül ettiklerimi bilen
varsa böyle gelsin. Tatlı hurmalar dökülmedi elini attığı yerden
Meryem'in üzerine. Sancıyla akıttığı göz yaşları da mavi peygamber
çiçeklerine dönüşmedi, buhurumeryemlerden de eser yok henüz.
Kapı girince benim olan evle benim arama, ben artık görünürde
refakatçi bir karakterim. En fazla, acının içine girmeden acıya
refakatçi olabilirim. Bir bela örtüsü örtüldü Meryem'in üzerine. Ama
çarmıhını sırtında taşıyanın göğe çekilmesi sanıldığı kadar uzak
değil. Değil mi ki kapılarda hakkım var. Şahit olarak bana O'nun
yeteceği Divan'dan kapılarla devam var.
Şimdi dikkat edin, kulaklarınızı tırmalayacak olsa da şimdiki
zamanla çekeceğim geriye kalan bütün cümlelerimi.
Bana ait öyküyü her sabah uyandığımda yeniden hatırlıyorum ve
yeniden yazıyorum. Suçumu ikrar etmezsem hem orada hem burada
yanacağım. İkrar edersem cürmümü bir kez yanmakla kurtuluyorum!
Bu öyküyü kalbinin yerini hatırlayanlar okusun. Ben her sabah,
yine her sabah, bana ait ülkeyi benden ayıran bana ait kapının
önünde bir kez ölüyorum. Yeniden doğacağımın bilinciyle ölümlü
oluşumu çok seviyorum. Kendi kapımın önünde aç ve açık beklerken
üzerime kar yağdığı günden beri karlı havaları sevmiyorum.
Yuvasından düşen yavrusunu kanatları olduğu halde kaldıramayan anne
kuşun neler hissettiğini de artık bilmek istemiyorum.
Canımın yanması, kendi canının yanması anlamına gelmesi
gerekenler canımı yaktığından beri. Yüzüme kapanan kapılarımdan
gerisin geri döndürüldüğüm andan beri. Karşıma çıkan ilk sokak
köpeğinin -Mecnun'un sarıldığı Leyla'nın köpeği olmasa da fark
etmez- boynuna sarılarak yaşlı gözlerinden öpebilseydim. Halimden
sorarsanız işte bu hallerdeyim efendim.
Ben: Nilüfer, suçiçeğiyim. Lekesiz alınlarda kuşkusuz kalır izim.
|