26 Mart 2000

Refakat, mavi lâle ve ölü şehzade


Ben'im. Hani o mavi lâle. Bir kapının üzerinde sülüs hurufattan arda kalan boşluklarına dolduğum çini kitabede. Her şeyin, arkasındaki hayatla birlikte yükseldiği devirden kalma bir külliyede. Duvarlarından en rutubetlisine servi fidanı işlenmiş bir türbede. Sayamadığım kadar çok yüzyıldır ki bir şehzadenin ölüsünü beklemekteyim.
Sessizlikte. Eylemsizlikte.
Refakat. Mavi lâle. Ve ölü şehzade.
Düşüncenin yoğunluğunda bir burguyla oyulur gibi oyulurken içim. Alınlığında yer aldığım kapının dışında neler olup bittiğini başlangıçta hiç merak etmedim. Her şey bir gölge gibi geldi ve geçti yüzümü döndüğüm duvarın üstünden. Bütünün bilgisi içinde olması gereken bir parça idiysem de bütüne dair bir şey görmedim. Refakatteydim. Eylemsizdim. En fazla ölü bir şehzadeydim.
Mavi bir lâle olarak sahip olduğum kimliğimde ölü bir şehzade kadar eylemsizken, düşüncelerimde, yazgısına baş kaldıran bir kahraman kadar hareketteydim. Garip çelişki yaman kader. Çinilerin sessizliğini beklediğime göre sessizliğin ta kendisiydim. Ne çok sorularım vardı oysa cevaplarını beklediğim. Üstelik hangi sorulara karşılık olduğu bir türlü kestirilemeyen cevapları olan da bendim. Zihnimde çok şey vardı da onları ne yapacağımı hiç bilmedim. Ne yapacağımı bilmeyerek sahip olduklarımın ağırlığı altında ezilmekten korkmaya başladığımda kitabesinde yer aldığım kapının dışında neler olduğunu ilk kez merak ettim.
Merak suretinde serildi başkaldırının örtüsü üzerime. Var olduğunu bildiğim halde bir türlü bulup çıkaramadığım yazı, okunması gerektiği halde okuyamadığım metin, ya da söylenmesi gerektiği halde söylenmeyen söz; bütün bunları merak edebileceğim kadar dışarıda neler olduğunu merak ettim. Gece midir gündüzleri yutan, gündüz müdür gecelerden sıyrılan? Aslolan gelmekler midir, yoksa gitmekler midir? Görüp de unuttuğum rüyaları değil gördüğümü bile bilmediğim rüyaları merak ettim.
Hep merak ettim. İşleme yönü değiştirilmiş bir zihin, akış yönü değiştirilmiş bir yürek. Süveydası iptal edilmemiş bir merakın sancısı. Bana öğretilen anlam katmanlarının dışında farklı anlam katmanlarını öğrenmenin şaşkınlığı. Günleri sayarken bir şehzadenin ölüsüne refakatte, bitmek ve tükenmek bilmezmiş gibi görünen günleri, aslında azalmadığımı çoğaldığımı öğrendim.
Şaşılacak derecede bana benzeyen gölge kahraman ile karşılaştığımda gördüm ki ne kadar hoşça kal dediysem o kadar geri dönmüşüm. Kaç kez geri döndüysem o kadar hoşça kal demişim. Eylemsizmişim. Sadece refakatçiymişim. Bir kez olsun pencerenin dışındaki dünyanın oluşlarına katılabilseymişim düşüncelerimi eyleme dökmeyi başarabilecekmişim. Oysa ben sadece içi boşaltılmış monolog cümleleri ile konuşup yangınların üzerinden karanfil tütsüsü geçirmişim. En büyük eylemim eylemsizliğim.
Dışarıda, küçücük sebepler için alınan büyük kararların kılavuzluğunda muhteşem fırtınalar kopardı. Dağ lâleleri. Her bahar kıyamet bir kez daha kopardı. Ne güzel! Ben? Düşünüp de eyleyememekten neredeyse taş kesilecektim. Öyle ürktüm ki kendi hareketsizliğimden elimden gelse bir daha düşünmeyecektim.
Ama yine de hep düşündüm. Yazılması gerektiği halde, yazılması için yeterli zaman kalmayan cümlelerimin telâşında kendisi için hazırlanan ziyafete daveti unutulan çocuğun hüznü vardı. Geç gelse de uzun süren bir kışı da, erken gelse de çabuk biten bir yaz'ı da sadece fark ettim. Sadece duvara düşen gölgelerinden onları tanıdığımı nasıl iddia edebilirdim? Bu yüzden sahici değildim. Ama çevirdikçe sayfaları arasından kurumuş gül yaprakları çıkan bir kitabın şaşırtıcılığından daha fazla şaşırtıcı olan hayatı istedim. Giderek örselenen bir yüreğin taşımakta zorlanacağı kadar hayat, dedim. Razıydım.
Çünkü gölgenin yerini bulduğumda sebebini de merak etmem gerektiğini anladım. Sesim bu yüzden boğuk, bakışlarım muğlaktı. Aklım dışarıda, kalbim kendisini beklediğim ve bana hiçbir şey öğretmeyen şehzadede. Refakatle ihanet arasında kaldığımda ilk ölümcül yarayı aldım. Bir mesnevinin sıyrılıp satırlarından, sessiz sedasız çıkıp gitmenin tam zamanıdır, anladım.
Ben, onca zaman bana ayrılmış olan yeri bırakıp da giderken. Ne kadar meşakkatle sözcükleri bulunup da zahire çıkarılmış bir mesnevinin hâtimesi yazılırken duyulan hüzne benzedi hüzünlerin alâsı. Çünkü tetimme deyince bir kere, kendi mesnevisinden sessiz sedasız çekip giden ilk kahramandır onu yazan. Geride kalan: Her biten şeyin ardından geriye kalan; hüzünlerin leylâsı. Bir zamanlar bir boşluğu doldurmuş olan ve gerçek hayattaki lâlelere benzemeyen garip ve mavi bir lâlenin hatırası.
Ben, bütün bunları merak ettim. Önündeki ve arkasındaki mevsimin resmini aynı anda içinde taşıyan bir mart serinliğinde ölüme tarih düşürüldüğüm kapının alınlığından indim. Sabaha karşı değil, düpedüz geceydi. Son bir çığlık. Son bir sancı. Ama o da sessiz. Son sessizliğim. Yumdum gözlerimi. Bir kurgudan hayata düştüğüm yerde aldığım ilk nefesi iliklerime kadar içime çektim. Beni elbette yağmur karşıladı. Kendimi dışarıda, gölgelerin sebebi olan asılların arasında bulunca, dönüp de geriye baktığımda. Artık ben de duvara düşen gölgelerden biriydim. Gülümsedim. Arkamda bir mesnevi kaldı. Önüm hayattı. İçimi dolduran sesi ve nefesi sonuna kadar salıverdim.

-- o --