15 Kasim 1998
Bir Metin Olarak: Melekler Şehri
--------------------------------------------------------------------------------
Öykü aslında çok tanıdık: Bir melek olarak sonsuz ve acısız
yaşamla ödüllendirilmiş (cezalandırılmak da denebilir)
olmayı mı istersiniz? Yoksa bir insan olarak sonlu ve acılı
bir yaşamla cezalandırılmayı (ödüllendirilmek de denebilir)
mı? Biri bilmenin bilincini içeriyor, insan; diğeri bilmemenin
güvencesini, melek. Düş mü, gerçek mi kaçınılmaz soruşla?
Çünkü düşte kesilirse eliniz kan akmaz, acıyı bilmezsiniz
(beyhûde değil kanın rüyayı bozması). Oysa gerçekte
kesilirse eliniz canınız yanar ve kan akar, acıyı bilirsiniz.
Bu noktadan bakınca bir kısmı ameliyathanelerde geçen
Melekler Şehri filmini, kanın kutsandığı bir metin olarak
okumak mümkün. Kanın, terin, gözyaşının ve acının. Çünkü
metnin baş kahramanı, kendisine sonsuz yaşam verilmiş olan,
duyulardan mahrum. Gözyaşı yok, acısı yok. Kanı akmıyor,
teri çıkmıyor. Bilmiyor kısacası.
İyi ama “yüzünde rüzgârı hissetmezsen kanatlar ne işe
yarar ki?” Gerçi bunun pek çok ödülü var ya, söz gelimi
ölümlülerin başını döndüren pek çok yüksekliğin ürpertici
güzelliğini yaşıyor, her gün doğumunda ve batımında, önünde
metrelerce kum ve dalga biriken bir kıyıda sonsuzluğun müziğini
dinliyor. Daha önemlisi hiç acı çekmiyor.
Ama acıyı bilmeyen canının acımadığını nerden bilecek?
Seçim burada başlıyor işte: Melekliğin bilinçsiz güzelliği
mi, yoksa insan olmanın acılı bilinci mi?
Kendisine sonsuzluk verilmiş olan; ama mukabilinde kendisinden
“bilmek” esirgenmiş olan, bir gün merak eder ve bilmeye
karar verirse. Ve bunu istemesini sağlayan da aşk olmuş olursa.
Bir melek bir doktora âşık olursa. Ona ne söyler? Onu neden
sever?
Seni gördüm, der, anladım ve sevdim. Ne zaman? “Sen hastana
ağladığın zaman”. Gözyaşların vardı, benim yoktu,
imrendim. Çünkü sen, önündeki ameliyat masasında öteye geçmesini
önlemeye çalıştığın hastanın bu geçişini engelleyemediğin
zaman ağladın. Çünkü o senin için ameliyathanenin herhangi
bir eşyasından farklıydı, sen de onun için. Onun için o
seninle tanışmak istemişti. Sen de, ölürken onun yüreğini
avuçlarının içinde tutuyordun. Çünkü aranızda sıcak bir
bağ vardı. Ama sıcaklık bazen yakıcıdır. Bu yüzden işte
ben, “sen hastana ağlarken seni sevdim”. Sen biliyordun, ben
bilmiyordum, çünkü sana dokunamıyordum.
Kan kadar, dokunmanın güzellemesi olarak da okunabilir bu metin.
Dokunulmayan daima dokunulandan emniyetlidir, doğru; ama bir o
kadar da “gerçek değil”dir. Dokun, korkma! Dokunmayı göze
almayan hiçbir şeyi gerçek anlamda bilmeyecek. Dokunmak acılı,
çünkü bilmenin bir başka adı. Çünkü acı dokunmaya dahil.
Çünkü kaybetmeyi de içeriyor bu hesap: “Kaybettin”, “Peki
böyle olacağını bilsen yine yapar mıydın?”, “Evet, her
şeye değerdi”. Öyleyse buyrun, acının yolu hazır,
bilmenin cazibesi, bilmenin bilinci. Yok eğer gücünüz yoksa,
kaybetmemenin kestirme yolu sizi bekliyor: Hiç kazanmazsınız
ve ne kaybettiğinizi de bilmezsiniz, olur biter. Bir yanda güneşin
doğumunda bitimsiz bir müziği dinleyerek sonsuzluğa uzanan;
ama hissetmeyen melekler. Diğer yanda kendisini denizin sularına
bırakıveren ve dalgaların dokunuşunda hisseden insan. Mesele
bedel ödemeyi göze alabilmekte.
İnsan olmanın bedeli ağır. Çoğu kez bu bedel kan, ter ve gözyaşıyla
ödeniyor. Melek–insan? Hayır o olmuyor. Bir yanıyla sonsuzluğa
üflenen bir nefha, diğer yanıyla nefs ile yeksân. Bir yanıyla
çamurdan yoğrulmuş bir beden, diğer yanıyla sonsuzluktan müstear
bir ruh. İnsan ikisi arasında “vasat–ı camia”. Ama işte
bütün bu zıddiyet arasında insan melekten üstün değil mi?
Eşref–ül–mahlûkat olduğu ortada. Havva’nın merakıyla
yasak meyveyi yedikten ve cennetten kovulduktan sonra da ve hâlâ.
Zaten yasak meyveyi yemenin getirdiği bilinçle başlamıyor mu
macera? Bunun için değil mi Adem’le Havva’nın, bütün öykülerin
özünü öykülerinde topluyor olması?
Bilme ânı. Yüreğiniz var mı? Bilmeye gücünüz var mı,
dokunmaya cesaretiniz var mı? Öyleyse “düş” cennetten ey
“melek”. Aşka düş, aşkla düş (fall in love). Özgür
irade, birey bilinci.
Ne istersiniz? Hiç dokunmadan, duyumsamadan bir yaşam sanrısı
mı? Emniyetli çünkü zaten acı şansı içermiyor. Yoksa
dokunarak riske edilmiş bir gerçek yaşam mı? Aynı hikâye:
Irmağın bu yakasında oturup ağlayacak mısınız karşı kıyının
düşünü kurarak? Yoksa eteğinizin ıslanmasını göze alarak
yürüyecek misiniz karşı kıyıya? Hep böyle tahta bir kukla
olarak mı kalacaksınız, Pinokyo; yoksa sizi yontan ustanın
bir gün gözünüzde bir damla yaş görerek, etiyle kemiğiyle
bir çocuk olduğunuzu fark etmesi için ona yardım mı
edeceksiniz? Truman olarak yapay gerçekliğinizin dışına çıkmak
için bir kez olsun boğulmayı göze alacak, büyülü merdiveni
bulacak mısınız; yoksa yüzünüzdeki maskeyle sabah akşam
aynı selâmları vererek tükenip gidecek misiniz? Bir tahta
kukla olarak mı kalmak istersiniz, yoksa bir gerçek çocuk mu?
Ama eliniz kanayacak, ne gam, değil mi ki elinizin kanadığını
bileceksiniz.
Zaten yanlış biliyoruz biz, bize yanlış öğretildi. Hayat
“acı” sözcüğüyle yazılıyor aslında, biz “mutluluk”la
zannediyoruz.
Ağlamanın felsefesi neyle yapılabilir ki, gözyaşından başka?