30 Kasım 1997
Sahi neden bittiniz?
--------------------------------------------------------------------------------
O zamanlar biz küçüktük. Minik ellerimiz abaküsün boncukları
üzerinde. Dışarda sarı yapraklarıyla güz. İçimizde bir neş'e.
Biz ve siz. Ne çocukmuşuz. Buradan bakınca, ne kadar mutluymuşuz.
Çoğul sevdalarda koşuyormuşuz.
Oysa siz bizi hiç görmüyordunuz. Arka sıralarda silinip
giderken biz, gülücükleriniz ve bakışlarınız başka sıraların
bahtına düşüyordu. Kıskanmayı bile bilmiyor, sevgi çoğul
ekler alır sanıyorduk. Sevginin çokluk ekleri aldığı doğruydu
da, biz o zaman sevgimizi aşk sanıyorduk. Küçücük hayatlarımızda
olağanın dışında bir kişi. Üçgenlerimiz vardı bizim.
Tepesinde siz, köşelerinde biz. Yetmedi, sonra dörtgenlerimiz,
çokgenlerimiz.
Köşegenleri, karmaşık koordinatları olan.
Nedense küçük çaplı bir hükümdarlıktı.
İlahi! Gülünesi sevdalardı. Ne çocukmuşuz.
Yine de düşününce, ne kadar mutluymuşuz.
İçimizde bir neş'e bir neş'e.
Tahtayı hep biz siliyorduk boyumuz yettiğince.
Masanızın üzerine yumuşak ve tozsuz tebeşirleri kim koyuyor
sanıyordunuz? Kapınıza o gülleri gizlice kim?
Çiğneyip geçtiniz. Ama bizim istediğimiz bu değildi.
Bilinelim istemiştik. Yine de mutlu sayılırdık. O zaman
hayatlarımızda gül verebileceğimiz birinin olması az şey
miydi; bir narı paylaşabileceğimiz, güz bahçelerinden koparılmış?
Sonraları herkeslere gül dağıtacağımız yıllar henüz
gelmemişti. Evinizin önünden geçtik bir kere. Camınızda bir
ışık. Kalbimiz karşınızda bir defter süsü kadar sade.
Ölümü unutmak gibi açmazlarımız yoktu henüz. Üstelik
sevgiyi aşkla karıştırıyorduk. Yine de düşününce, ne
kadar mutluymuşuz.
Sonra biz büyüdük.
Ama biz büyümeden bir şey oldu. Belki bu yüzden büyüdük.
Belki de büyüdüğümüz için böyle oldu, neyse.
Sizin bütün ip uçlarınız, ayna önünde süslerini çıkaran
bir eski zaman şairesi gibi, inanılmaz bir açıklıkla önümüze
serilip de çözüldüğünüz gün. Artık biz sizin için rüyalar
görmemeye başlayıp da dünyamızdan sessiz sedasız çekip
gittiğiniz gün. Öyle sadeydiniz. Çok şaşırdık.
Aslında siz aynıydınız. Doğal olarak masumdunuz.
Sizden kendi payına olağanüstü bir varlık çıkaranlar
bizlerdik.
Buna ihtiyacımız vardı.
Henüz hayatın sizin okuduğunuz ve anlattığınız
kitaplardaki gibi "dikenli taşlı" yollarından bir
haberimiz olmamakla birlikte, bir sığınağımız olsun
istiyorduk. Bizim de acılarımız vardı da hayata ilişkin
olduklarını henüz anlamıyorduk. İstiyorduk ki yatağımıza
uzanıp gözümüzü yumduğumuz yerinde günün, düşünecek güzel
bir şeyimiz olsun. Bu kadar basitti işte, bu kadar sade. Dedim
ya ölümü unutmak gibi açmazlarımız yoktu henüz.
Ama siz, inanılmaz bir açıklıkla önümüze serilip de çözüldüğünüz
gün zamana yenik düştünüz. Bu, "tükenmek" sözcüğüyle
yazılıyor şimdilerde, bilirsiniz, tam sekiz harften ibaret.
Oysa biz öyle zannediyorduk ki hiç bitmeyeceksiniz. Sizin
bitmiyor ve bitmeyecek olmanıza duyduğumuz güven, tükenme
ihtimali içeren tüm hayallerin tükenmeme ihtimali içerdiğinin
de garantisi olacaktı bizim için. Ama siz bittiniz. Sizle
birlikte bitmeme ihtimali içerenlerin tümü de bitti. En kötüsü
buydu işte.
Hep sizi suçladık arkadan gelen zaman içinde; ama bunun neden
böyle olduğunu pek bilemedik. Sizden çıkardığımız bir başka
sizle, sizi yarıştırmış olduğumuzu fark etmemiz için
aradan yıllar geçmesi gerekti. Söz aramızda, sizden çıkardığımız
ve sizinle yarıştırdığımız ikinci sizle aranızdaki yarıştan,
mağlubiyetle çıkmanızın artık bizi fazlaca da
ilgilendirmediği yıllarda oldu bu. Fazlaca da düşünmedik,
desem inanır mısınız bilmem. Sahi söyleyebilseniz keşke,
biz büyüdüğümüz için mi siz küçüldünüz? Ve siz tükendiğiniz
için mi tükeniyor, tükenme ihtimali içerenlerin tümü böyle
bu gün?
Neyse (bir yazı içinde ikinci kez "neyse").
İçimizde bir hüzün, bir hüzün.
Geçmiş koşmuyor elbette arkamızdan. Ama yine de içimiz pür-hüzün.