Allahın arslanı ve Resûlullahın dâmâdı: Hz. ALİ BİN EBÎ TÂLİB (RA)

Hz. Ali Resûlullah efendimizin amcasının oğludur. Hâne-i saâdette büyüdü. 10-12 yaşlarında iken, birgün Resûlullah ile Hz. Hatice’nin beraber namaz kıldığını gördü. Namazdan sonra Resûlullaha sordu:

- Bu nedir?  

- Bu Allahü teâlânın dînidir. Seni bu dîne da’vet ederim. Allahü teâlâ birdir, ortağı yoktur. Lat ve Uzza isimli putları terketmeni emrederim.

- Önce babama bir danışayım.

- İslâma gelmezsen, bu sırrı kimseye söyleme!

Hz. Ali ertesi sabah, Resûlullahın huzuruna gelerek dedi ki:

- Yâ Resûlallah! Bana İslâmı bildir.

Bunun için göremiyorum

Böylece Müslüman oldu. Müslüman olanların üçüncüsü, çocuklardan ise birincisidir.

Peygamberimiz, bazen kuşluk vaktinde, Mekke vâdilerine doğru çıkıp gider, Hz. Ali de, babası Ebû Tâlib’den, bütün akrabâlarından ve halktan gizli olarak Peygamberimizle birlikte gider, namazlarını oralarda kılarlar, akşamleyin de, dönerlerdi.

Birgün, Hz. Ali’nin annesi Fâtıma hâtun, kocası Ebû Tâlib’e dedi ki:

- Ali’nin, Muhammed’in yanına devam ettiğini görüyorum. Senin başına, Muhammed tarafından, oğlun hakkında, güç yetiremiyeceğin bir iş gelmesinden korkuyorum!

- Demek, oğlumu bunun için göremiyorum?

Hemen, Peygamberimizle Hz. Ali’nin ardına düştü. Onlara, Batn-ı Nahle vâdisinde, namaz kıldıkları sırada, rastladı. Peygamberimize sordu:

- Ey kardeşimin oğlu! Edindiğini gördüğüm bu din, ne dînidir?

- Ey Amca! Bu, Allahın dînidir. Allahın meleklerinin dînidir. Allahın peygamberlerinin dînidir. Babamız İbrâhim’in dînidir ki, Allahü teâlâ, beni, Peygamber olarak bununla, bütün kullara gönderdi.

Ey Amca! Doğru yola çağıracağım kimselerden, buna, en çok sen lâyıksın! Bu yoldaki da’vetimi kabûl etmeye ve bana yardımcı olmaya, sen, herkesten daha lâyıksın!

Peygamberimiz, amcasını, İslâmiyete, tevhîde, Allahın birliğine inanmaya ve putlara tapmaktan vazgeçmeye da’vet etti. Ebû Tâlib dedi ki:

- Vallahi, yaptığınız veya söyledikleriniz şeylerde bir mahzûr yoktur. Ey kardeşimin oğlu! Ben, atalarımın dîninden ve ona bağlılıktan ayrılmaya güç yetiremiyeceğim. Fakat, sen, gönderildiğin şey üzerinde dur!

Ben sağ oldukça

Ebû Tâlib şöyle devam etti:

- Vallahi, ben sağ oldukça, yapmak istediğini tamamlayıncaya kadar, sana, hoşlanmıyacağın bir şey erişmeyecektir!

Hz. Ali’ye de, hoşlanmayacağı bir şey söylemedi. Ona sordu:

- Ey oğulcuğum! Üzerinde bulunduğun bu din, nedir?

- Babacığım! Ben, Allaha, Allahın Resûlüne îmân ve onun, Allah tarafından getirdiklerini de, tasdîk ettim. O’na tâbi oldum!

- O, seni, ancak, hayır ve iyiliğe da’vet eder. Sen, onun yolunu tutmakta devam et! Yavrum! Amcanın oğlunun da’vet ettiği şeye, senin de, istiyerek girmen, yaraşır.

Sevgili Peygamberimiz Allahü teâlânın emriyle Mekke’den Medîne’ye hicret ederken Hz. Ali’ye kendi yatağında yatmasını, bıraktığı emânetleri sahiplerine vermesini söyliyerek buyurdu ki:

- Bu gece yatağımda yat, uyu! Şu hırkamı da üzerine ört! Korkma, sana hiçbir zarar gelmez! 

Hz. Ali, Peygamber efendimizin emrettiği şekilde yattı. Habîbullahın yerine, hiç korkmadan, kendi nefsini fedâ etmeye hazırdı.

Burada ne bekliyorsun?

Hicret gecesi müşrikler, Resûlullah efendimizin saâdethânelerinin etrafını sarmışlardı. Peygamber efendimiz, evlerinden çıktılar. Yâsîn-i şerîf sûresinin başından on âyet-i kerîmeyi okudular ve bir avuç toprak alıp kâfirlerin başına saçtılar. Resûlullah efendimiz sıhhat ve selâmetle aralarından geçip, Hz. Ebû Bekir’in evine ulaştı. Müşriklerden hiçbiri onu görememişti.

Bir müddet sonra müşriklerin yanına biri gelip sordu:

- Burada ne bekliyorsunuz?

- Evden çıkmasını bekliyoruz.

- Yemîn ederim ki, Muhammed aranızdan geçip gitti, başınıza da toprak saçtı.Müşrikler, ellerini başlarına götürdüler. Hakîkaten, başlarında toprak buldular. Derhal kapıya hücum edip içeri girdiler.

Hz. Ali’yi, Resûl aleyhisselâmın yatağında görünce, Resûl-i ekremin nerede olduğunu sordular. Hz. Ali cevap verdi:

- Bilmem! Beni, onun muhâfazasına me’mur mu ettiniz?

Bunun üzerine Hz. Ali’yi tartakladılar. Kâ’be’nin yanında bir müddet hapsettikten sonra bıraktılar. Hz. Ali, Resûlullah efendimizin Kâ’be-i şerîfte devamlı bulundukları makâma oturdu. “Resûl-i ekremde kimin nesi var ise, gelsin alsın!” diye nidâ ettirdi. Herkes gelip, nişânını söyleyerek emânetini aldı. Böylece emânetler sâhiplerine teslim edildi.

Mekke-i mükerremede kalan Eshâb-ı güzîn, Hz. Ali’nin kanadı altına sığındılar. Resûlullahın saâdethâneleri Mekke’de olduğu müddetçe, Hz. Ali de orada kaldı. Allahın arslanı Hz. Ali, Kureyş kâfirlerinin toplandıkları yere giderek dedi ki:

- İnşâallahü teâlâ yarın Medîne-i münevvereye gidiyorum. Bir diyeceğiniz var mı? Ben burada iken söyleyin!

Nihâyet Ali'de hicret etti

Hepsi başlarını eğip, hiçbir şey söylemediler. Sabah olunca, Hz. Ali, Resûl-i ekrem efendimizin eşyâlarını toplayıp, Resûlullah efendimizin Ehl-i Beyti ve kendi akrabâları ile berâber yola koyuldu. Resûlullah efendimize, şişmiş olan ayaklarından kanlar akar vaziyette, Kubâ’da yetişti.

Gündüzleri saklanıp, geceleri yaya olarak yürüdüğü bu yolculuğun sonunda, Peygamberimizin huzûruna gidemiyecek bir hâle gelmişti. Resûl-i ekrem efendimiz bunu haber alınca, bizzat kendisi teşrif etmiş, Hz. Ali’yi görünce hâline acımış, Onu kucaklamış, mübârek elleriyle nârin, nâzik ayaklarını okşamış, kendisine âfiyeti için duâ buyurmuştu. Bunun üzerine; (İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allahü teâlânın rızâsı için nefsini fedâ eder) [Bekara 207] meâlindeki âyet-i celîlesi nâzil oldu.

Peygamber efendimiz, bir gece eve vardıklarında buyurdu ki:

- Yâ Âişe! Hiç yemeğin var mıdır?

Sözleri biter bitmez kapı çalındı. Kapı açıldığında, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Ali’nin gelmiş olduğunu gördüler. Peygamber efendimiz sordu:  

- Bu vakitte gelmenizin sebebi nedir?

- Yâ Resûlallah! Üç gündür birşey yemedik. Çok acıktık. Mübârek yüzünüzü görerek açlığımızı unutmak için geldik.

Hasan ile Hüseyin de açtır

Hz. Ali ayrıca dedi ki:

- Yâ Resûlallah! Hz. Fâtıma ile Hasan ve Hüseyin de üç gündür açlar.

Peygamber efendimiz buyurdu ki:

- Üç gündür ben de birşey yemedim.

Sonra Hz. Ali dedi ki:

- Yâ Resûlallah! Dün yoldan geçerken Mu’âz bin Cebel’in avlusundaki hurma ağacında, hurmalar gördüm.

Peygamber efendimiz:

- Kalkınız, Mu’âz’ın evine gidelim. Bizi hurma ile misâfir etsin, buyurdu.

Resûlullah efendimiz ve üç büyük Eshâbı, Hz. Mu’âz’ın kapısına vardılar. Hz. Ebû Bekir:

- Yâ Mu’âz devlet kuşu başına kondu. Allahın Resûlü evine teşrif etti, diye seslendi.

Fakat, evde bu sesi kimse duymadı. Yalnız Mu’âz hazretlerinin küçük kızı duymuştu. Annesine, Hz. Ebû Bekir’in kapıya geldiğini söyledi. Annesi inanmadı ve dedi ki:

- Kızım, bu vakitte Hz. Ebû Bekir’in kapımızda işi ne?

Tekrar yattılar. Sonra Hz. Ömer ve Hz. Ali seslendi. Kız çocuğu tekrar annesine gitti ise de annesini inandıramadı. Yine yatıp uyudular. Daha sonra Peygamber efendimiz, “Yâ Mu’âz!” diye seslenince, kızcağız, bu sefer, babasına gidip seslendi:

- Babacığım, ne duruyorsun, başımıza devlet kuşu kondu. Allahü teâlânın Resûlü ve üç Eshâbı kapıya gelmişler, seni çağırıyorlar.

Hurmalar hiç eksilmedi

Mu’âz hazretleri hemen kapıya koştu. Misâfirlerini içeri aldı. Peygamber efendimiz buyurdu ki:

- Yâ Mu’âz! Üç gündür ben ve Eshâbım hiç yemek yememişiz. Dün Ali yoldan geçerken sizin avludaki hurma ağacında hurmalar görmüş. Geldik ki bizi hurma ile misâfir edesin!

Hz. Mu’âz çok üzülerek cevap verdi:

- Yâ Resûlallah! Bugün hurmaları toplayıp bir kısmını yedik, geri kalanını da fakîrlere dağıttık. Hiç hurmamız kalmadı.

Bunun üzerine Peygamber efendimiz, evde gördüğü büyük bir sepeti Hz. Ali’ye vererek buyurdu:

- Yâ Ali, bu sepeti eline al! Hurma ağacının yanına var! Benden selâm söyle, Resûlullah senden hurma istiyor diye söyle!

Hz. Ali emredildiği şekilde gidip, Resûlullahın selâmını söyleyince, ağaç hurma ile doldu. Sepeti doldurup getirdi. Herkes yediği hâlde hurmalardan hiç eksilme olmadı.

Muhtaç olduğu hâlinden belli olan fakîr biri, Hz. Ali’nin huzûruna gelip oturdu. Hz. Ali kendisine sordu:

- Benden bir isteğin mi var?

Adam utancından, söz ile cevap veremeyip işâret ile muhtaç olduğunu bildirdi. Hz. Ali yanında bulunan, giyecek ve yiyecekleri verdi.

Muhtaç kimse çok sevindi, sonra da çok güzel bir beyit okudu. Okuduğu beyitten hoşlanan Hz. Ali, çocukları için ayırdığı üç altını da verdi.

Değeri yaptığıyla ölçülür

Fakîr, sevincinden ne yapacağını şaşırdı. Hz. Ali, Peygamber efendimizden işittiği şu hadîs-i şerîfi ona nakletti:

(Herkesin değeri, söylediği güzel sözlere, yaptığı iyi işlere göre ölçülür.)

Harbin birinde, Hz. Ali’nin ayağına bir ok saplandı. Ok, kemiğe girdiği için çıkarılamadı. Sonra doktor çağırdılar. Doktor dedi ki:

- Bu oku çıkartabilirim. Fakat, çok ağrı yaptığı için tahammül edilemez. Onun için bayıltmam lâzım.

Hz. Ali şöyle cevap verdi:

- Bayıltmana lüzûm yok. Biraz bekleyin, namaz vakti girince namaza duracağım. O zaman ayağımdaki oku çıkartırsınız.

Dediği gibi yaptılar. Namaza durunca ayağını yarıp oku çıkardılar, hiçbir şeyi hissetmedi.

İşte büyüklerimiz böyle namaz kılarlardı.

Hz. Ali buyurdu ki:

- Müslümanlar, âhırete inanıyor. Kitapsız kâfirler, inkâr ediyor. Tekrar dirilmek olmasaydı, inanmıyanlar birşey kazanmaz, müslümanlar da, zarar etmezdi.

Fakat, kâfirlerin dediği olmayınca, sonsuz azâb çekeceklerdir.

Peygamber aleyhisselâm, birgün kızı Hz. Fâtıma’nın evine teşrif etmişti. Hz. Ali’yi evde bulamayınca kızına sordu:

- Amcamın oğlu nerededir?

- Babacığım, aramızda küçük birşey olmuştu da, dışarı çıktı.

Ali nerededir?

Resûl-i ekrem efendimiz, Hz. Ali’yi aramaya çıktı. Yolda rastladığı Hz. Sehl’e sordu:

- Ali nerededir, gördün mü?

Hz. Sehl arayıp, mescidde olduğunu haber verdi.

Resûlullah Hz. Ali’nin yanına geldi. Hz. Ali, toprağın üzerine yatmış, hırkası omuzundan düşmüş, vücudu toz-toprak içinde kalmıştı.

Resûl-i ekrem bir taraftan toprakları silkeliyor, bir taraftan da:

- Kum, yâ Ebâ Türâb! Ya’ni kalk, ey toprağın babası, diyordu.

Fahr-i kâinat efendimiz, Hz. Ali ile birlikte evlerine gittiler.. Hz. Ali kendisine, Ebû Türâb denilmesinden çok hoşlanırdı.

Çünkü bu lakâb, ona, Allah Resûlünün verdiği ma’nevî bir taltif idi.

Bir gün Hz. Ali’nin annesi Fâtıma hâtun, Ebû Tâlib’e sordu:

- Oğlun nerede?

- Ne yapacaksın onu?

- Âzâdlı kadın kölem, Ecyad’da, onu, Muhammed’le birlikte namaz kılarken gördüğünü, bana haber verdi.

Sonra da Ebû Tâlib’e, “Sen, oğlunun dînini değiştirmesini uygun görüyor musun?!” diye çıkışınca, Ebû Tâlib şu cevâbı verdi:

Üstünlük sırası

- Sus! Amcasının oğluna arka ve yardımcı olmak, elbet, herkesten çok, ona düşer! Eğer, nefsim, Abdülmuttalib’in dînini bırakmak husûsunda bana boyun eğmiş olsaydı, ben de, muhakkak, Muhammed’e tâbi olurdum! Çünkü, o, halîmdir, emîndir, tâhirdir!

Bu cevap üzerine, Fâtıma hâtun da, sustu.

Osman-ı Zinnûreyn’den sonra üstünlük sırası Hz. Ali’dedir. Hilâfeti, ümmetin icmâ’ı ile sâbittir. Resûlullah, kızı Hz. Fâtıma’yı ona nikâh etmiştir. Daha önceleri de putlara saygı göstermediği için, “kerremallahü vecheh” lakâbı verilmiştir. Allahın, kerîm, şerefli, mübârek kıldığı yüz, ma’nâsındadır.

Hz. Ali buyurdu ki:

Ben, Resûlullah efendimizden işittim, şöyle buyurdu:

(Akıllı insana yaraşan; geçim husûslarının, âhıreti ilgilendiren hâllerin ve aîlevî mes’elelerin dışında, konuşmamaktır. Aklı başında olana yaraşan, hâline bakmak, dilini ve karnını faydasız şeylerden ve harâmdan korumaktır.)

Hz. Ali bir kalabalığı eğlence içinde görüp, böyle eğlenip neş’elenmelerinin sebebini sorduğunda, onlar dediler ki:

- Bugün bayramımızdır.

Bunun üzerine Hazret-i Ali de buyurdu ki:

- Günâh işlemediğimiz günler de bizim bayramımızdır.

Hz. Ali buyurdu ki:

- Amellerin en fazîletlisi, iyiliği emredip kötülükten vazgeçirmek ve günâh işliyeni sevmemektir. Kim ki iyiliği emrederse, mü’minin sırtını muhkemleştirmiş, sağlamlaştırmış olur. Kim de kötülüğü men eder ve ondan vazgeçirirse, münâfığın burnunu yere sürtmüş olur.

Hz. Ali Hendek savaşında, bir düşman askerini altedip, yere yatırdı. Kılıcını çekti. Tam vuracağı zaman, düşman askeri Hz. Ali’nin yüzüne tükürdü.

Niçin öldürmedin?

Hz. Ali kılıcını kınına koydu. Onunla savaşmaktan vazgeçti. Ölümünü bekleyen kimse, bu işten bir şey anlamadı. Hayretle kendisine sordu:

- Kılıcını çekmiştin. Beni öldürmene hiçbir engel yokken neden vazgeçtin? Öfken birden yatıştı.

Hz. Ali şöyle cevap verdi:

- Ben kılıcımı Allah için vuruyordum. Ben Allahın arslanıyım. Nefsin esîri değilim. Sen, benim şahsıma karşı yaptığın hareketten sonra seni öldürseydim, nefsim için öldürmüş olabilirdim. Hâlbuki her yaptığımı Allah için yapmam lâzımdır.

Hz. Ali, hayvanlarını kuyudan su çekerek sulayan bir bedevî ile anlaştı. Kuyudan çekeceği her kova su için, bedevîden bir avuç hurma alacaktı. Hz. Ali su çekmeye başladı. Son kovayı çekerken, kovanın ipi kopup, kova, derin kuyunun içine düştü.

Bedevî, kızgınlıkla Hz. Ali’nin mübârek yüzüne bir tokat vurup ücreti olan hurmayı da verdi. Hz. Ali kovayı kuyudan çıkardı. Bedevîye verip oradan uzaklaştı.

Onun dîni haktır

Bedevî, Hz. Ali’nin, derin kuyudan kovayı çıkarmasına hayret edip, kendi kendine, “Eğer onun dîni hak olmasaydı, bu derin kuyudan kovayı çıkaramazdı. Küstahlık yapan el bana lâzım değil” diyerek elini kesip Hz. Ali’nin evine gitti.

Hz. Ali kapıyı açıp Bedevîyi görünce, içeride bulunan Resûlullaha haber verdi. Peygamber efendimiz, Bedevîye, niçin böyle hatâ ettiğini sordu. Bedevî, ağlayarak yaptığı küstahlıktan özür dileyip îmâna geldi. Resûlullah, kesik eli yerine koyup duâ buyurdu. Hak teâlânın izni ile eli sapasağlam oldu.

Hz. Ali, şehîd edileceği gün sabah namazına giderken yolda şu beyiti okuyordu:

Ölüme hazır ol ki, ölüm elbet gecikmez,

Ölüm gelince artık feryâd fayda vermez.

Ramazan-ı şerîfin 17. Cum’a günü sabah namazına giderken, İbni Mülcem tarafından kılıçla alnına vurularak şehîd edildi. Kûfe’de, ya’nî Necef denilen yerde medfûndur. Diğer üç halîfe gibi Cennetle müjdelenenlerdendir.

Hz. Ali’nin kızı ve aynı zamanda Hz. Ömer’in hanımı olan Ümmü Gülsüm, hâdiseyi duyunca dedi ki:

- Babam da, kocam Ömer gibi sabah namazında suikaste uğradı.

Hz. Ali, vefât etmek üzere iken buyurdu ki:

- Yemînle söylüyorum ki, umduğuma kavuştum.

Sonra Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti.

Altı nasîhat

Peygamber efendimiz Hz. Ali’ye buyurdu ki:

- Yâ Ali! Altıyüz bin koyun mu istersin, yahut altıyüz bin altın mı veya altıyüz bin nasîhat mı istersin?

- Altıyüz bin nasîhat isterim.

Peygamber aleyhisselâm buyurdu ki:

- Şu altı nasîhata uyarsan, altıyüz bin nasîhata uymuş olursun.

1. Herkes nâfilelerle meşgul olurken, sen farzları îfa et. Ya’nî farzlardaki rükünleri, vacibleri, sünnetleri, müstehabları îfa et!

2. Herkes dünya ile meşgul olurken, sen Allahü teâlâyı hatırla! Ya’nî din ile meşgul ol, dîne uygun yaşa, dîne uygun kazan, dîne uygun harca!

3. Herkes birbirinin ayıbını araştırırken, sen kendi ayıplarını ara! Kendi ayıplarınla meşgul ol!

4. Herkes, dünyayı imar ederken, sen dînini imar et, zînetlendir!

5. Herkes halka yaklaşmak için vâsıta ararken, halkın rızâsını gözetirken, sen Hakkın rızâsını gözet! Hakka yaklaştırıcı sebep ve vâsıtaları ara!

6. Herkes çok amel işlerken, sen amelinin çok olmasına değil, ihlâslı olmasına dikkat et!

Hz. Ali, Hendek savaşında müşriklerin en azılıları ile savaştı. Savaşın iyice şiddetlendiği 22. gün, Amr bin Abdûd adlı müşriklerin en azılılarından biri, Hendek kenarlarına gelip meydana er istedi. Müslümanlardan kimse Amr’ın da’vetine cevap vermedi. Çünkü Resûlullahtan emir bekliyorlardı. Amr’ın meydan okuması yedi kere devam etti.Yedincide Resûlullah efendimiz, Hz. Ali’yi çağırıp huzûruna oturttu ve buyurdu ki:

- Yâ Ali! Benim atıma bin, kılıcımı al, Amr bin Abdûd’un önüne yiğitçe, cesâretle var! Onun heybetinden, uzun boyundan endîşe etme! Ben, Hak teâlâdan sana yardım etmesi için, senin elinle Müslümanların, bunun şerrinden kurtulmaları için duâ ediyorum.

Avını gözetliyen arslan

Hz. Ali kılıcını kuşandı. Atına bindi. Avını gözetliyerek giden bir arslan gibi, Amr’ın önüne varıp dedi ki:

- Yâ Amr! Duydum ki sen Kâ’be’nin karşısında ahdetmişsin ki, Kureyşten bir kişi senden iki şey istese, birini yaparmışsın.

- Evet öyle söz verdim.

- Biliyorsun ben Kureyş’tenim. Senden iki şey isteyeceğim. Hiç olmazsa birini kabûl et! Birinci isteğim, Allahın birliğini ve Muhammed aleyhisselâmın O’nun Resûlü olduğunu kabûl ve tasdîk etmendir.

- Bunu kabûl etmiyorum, başka ne istiyorsun?

- İkinci isteğim, bu iki kuvveti hâllerine bırakıp, Mekke-i mükerreme’ye gitmendir.

- Bunu kabûl ettim, yalnız Ebû Bekir, Ömer ve Osman’ın başlarını keserim.

- Ey ahmak! Benim başımı kesmeden onların başını nasıl kesersin?

- Yâ Ali! Sen henüz gençsin, dünyanın tadını almamışsın, ben senin başını kesmek istemem.

- Ben Allahü teâlânın yardımı ve Resûlünün duâsı ile senin başını kesmek isterim.

Hz. Ali’nin bu sözü üzerine Amr, atından inip Hz. Ali’ye doğru yürüdü. Hz. Ali de atından indi. Birbirlerine hamle ettiler. Hz. Ali bir fırsatını bulup, Amr’ın uyluğunu, bir kılıç darbesiyle kopardı. Artık işi bitti, diyerek geriye dönmüş gelirken, Amr, kendi kopmuş bacağını Hz. Ali’ye fırlattı. Hz. Ali de hemen geri dönüp Amr’ı öldürdü.

Resûlullah efendimiz tekbîr getirip buyurdu ki:

- Ali’nin Amr bin Abdûd ile bir kere karşılaşması, ümmetimin kıyâmete kadar olan ibâdetinden hayırlıdır.

Dünya aldatır

Hz. Ali’nin hikmetli sözleri çoktur. Bunlardan ba’zıları şunlardır:

Affetmek fazîlettir. Kararlı olmak metâ’dır, sahip olunan maldır. Kararsız olmak ise zâyi olmaktır. Yalancılık hıyânettir. İnsâf rahatlık, şer küstahlıktır. Güleryüzlülük ihsândandır. Doğruluk kurtarır, yalan felâkete sürükler. Kanâat insanı zengin yapar, yerinde kullanılmayan zenginlik azdırır. Dünya aldatır, şehvet kandırır. Hased yıpratır, nefret çökertir.

Akıllı kimse, günâhlarını tevbe ile örtendir. Cömert, kötülük yapana iyilikle karşılık verendir.

Âlim; sözü, işine uygun olandır. Âlim ilme doymaz.

Hz. Ali, Hayber kalesinin fethinde, kalenin kapısını koparıp, kalkan olarak kullanmıştır. Bu savaşta Hz. Ali'nin gözleri ağrıyordu. Resûlullah efendimiz onu çağırtarak gözlerine üfledi ve şifa bulması için Allahü teâlâya duâ etti. Hz. Ali'nin gözlerinde bir ağrı sızı kalmadı.

Bu savaşta, yahudilerin meşhur pehlivanı Merhab:

-Hayber halkı iyi bilir ki: ben, gelip çatan harplerin tutuştuğu, kızıştığı zamanlarda, tepeden tırnağa kadar silâhlanmış, cesaret ve kahramanlığı denenmiş Merhab'ımdır. Ben, kükreyerek geldikleri zaman aslanları bile kâh mızrakla, kâh kılıçla vurup yere sermişimdir, diyerek Müslümanlardan er diledi. Bunun üzerine Hz. Ali:

-Ben oyum ki: anam bana Haydar, Arslan adını takmıştır! Ben, ormanların heybetli görünüşlü arslanı gibiyimdir. Sizi, geniş ölçüde ve çarçabuk tepeleyici bir er kişiyimdir, diye şiir söyleyerek Merhab'ın karşısına dikildi.

Bu şiir Merhab'a o gece gördüğü rüyâyı hatırlattı. Rüyâsında kendisini bir arslanın parçaladığını görmüştü. Hz. Ali, Merhab'la karşı karşıya geldiğinde, Merhab'ın tepesine öyle bir kılıç indirdi ki, kılıç, Merhab'ın siperlendiği kalkanını ve demirden miğferini kesti. Başını, ikiye ayırdı. Merhab'ın başına inen kılıncın çıkardığı ses o kadar fazla idi ki, Hayber karargâhında bulunan Ümm-i Seleme:

-Merhab'ın dişlerine kadar inen kılıcın sesini ben de işittim, demiştir.

Hz. Ali, o gün yahudilerin en namlı kişilerinden sekizini öldürmüştür.

Hayber gazâsından dönen Hz. Ali'ye Peygamber efendimiz:

-Yâ Ali, eğer halk, Îsâ'ya söylediklerini söylemiyecek olsalardı, senin hakkında çok sözler söylerdim. O zaman herkes, bereketlenmek için, ayağının tozunu alır, abdest suyunu şifâ için hastalarına verirlerdi. Seni şehid ederler. Âhırette havzımın üzerinde halîfemsin. Cennete en önce sen girersin. Seni sevenler nurdan minberler üzerinde olur, buyurunca, Hz. Ali şükür secdesi yaptı.

Hz. Ali bir müfreze gönderdiği vakit başına tâyin ettiği kimseye şöyle derdi:

-Sana Allahtan korkmanı tavsiye ederim. O, hem dünyaya, hem de âhirete mâliktir. Vazîfene sarıl. Seni Allaha yaklaştıracak olana yapış. Çünkü dünyada yapıp da bıraktıklarını, yarın karşında hazır bulacaksın.

Sakif'ten bir zat anlatır:

Hz. Ali, beni vâli tâyin etti ve şehrin halkının yanında bana şöyle dedi:

-Vergiyi tam olarak al! Bu işte sakın sende bir zaaf görmesinler.

Daha sonra bana şöyle dedi:

-O sözü onların yanında söylememin sebebi, onlar hîlekâr bir kavimdir. Onlara âit bir elbiseyi, yedikleri bir şeyi, taşıt olarak kullandıkları bir hayvanı alıp satma. Para yüzünden onları kırbaçlama ve ayakta da bekletme. Vergi olarak aldıklarından, onlara bir mal satma! Eğer bu sözlere muhâlefet edersen Allah benim yerime seni yakalar. Emre muhâlif bir hareketini duyarsam seni azlederim.

Hz. Ali, İslamiyeti kabul ettikten sonra, bütün Mekke devrini teşkil eden on üç sene Peygamber efendimizin yanında, O’nun huzur ve hizmetlerinde bulundu. Peygamber efendimizin sevgi ve iltifatlarına kavuştu. Mekkeli müşriklerin bütün eza ve cefalarına katlanarak Peygamber efendimizin en yakın yardımcılarından oldu.

Mescid-i Nebevi’nin inşaatında çok gayret gösterdi. Bedr, Uhud, Hendek ve diğer bütün gazalarda bulundu ve fevkalade gayret ve kahramanlık gösterdi. Yalnız Uhud Gazasında on altı yerinden yara aldı. Pekçok gazada Resulallah sallallahü aleyhi ve sellem sancağı Hz. Ali’ye teslim etmiştir.

Vâhiy kâtipliği yaptı

Hz. Ali, Hudeybiye Antlaşmasında sulh şartlarının yazılmasında vazife aldı. Hayber Gazasında bulunup, büyük kahramanlıklar gösterdi. Bu savaşta, ağır bir demir kapıyı kalkan olarak kullanmıştır. Huneyn Gazasında da büyük kahramanlıklar gösteren Hz. Ali, Tebük Gazasında, Resulullah efendimiz tarafından vazifeli olarak Medine’de bırakıldığı için bulunamadı. Daha sonra Yemen Muharebesinde ordu kumandanı olarak vazifelendirildi. Mekke-i mükerreme feth edilince, Kabe’deki putları imha vazifesi ona verildi.

Peygamber efendimiz vefat edince, o yıkayıp kefenledi. Bu son mübarek vazife, ona ve Hz. Abbas, Üsame bin Zeyd, Fadl ve Kusem’e nasib oldu. Definden sonra halife seçilen Ebu Bekr’e biat edip onun devlet işlerini yürütmede istişare ettiği zatlardan oldu ve kadılık (hakimlik) görevlerinde bulundu. Hz. Ömer’in halifeliğine de biat edip, halifenin danışmanı ve hakimliğini yaptı. Hz. Osman’ın da halifeliğine biat edip, hilafet işlerinde onun vezirliğini yaptı.

Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra 656 Zilhicce ayında halife oldu. Hz. Osman’ı şehit edenlerin cezalandırılmaları hususunda çıkan ictihad ayrılıklarından dolayı karşı karşıya gelen iki ordu arasında tam anlaşma olmuştu ki, Abdullah bin Sebe’ ismindeki Yahudi, gece karanlığında grubu ile birlikte Basralıların üzerine saldırdı. Gece karanlığında kimse ne olduğunu anlayamadı. Üç gün savaş devam etti. Cemel (Deve) Vak’ası olarak bilinen bu hadisede Aişe-i Sıddika esir alınınca, Hz. Ali hürmet ve ikram edip kendi askerleri arasında bulunan kardeşi Muhammed bin Ebu Bekr ile Medine’ye gönderdi. Bir sene sonra Sıffin denilen yerde Hz. Muaviye’nin ordusu ile yüz günde doksan meydan muharebesi yaptı. Askerlerinden yirmi beş bin, karşı taraftan kırk beş bin kişi şehid oldu. Karşı taraftan gelen sulh teklifi ile antlaşma olunca, ordusundan yedi bin kişi ayrıldı. Bunlara harici denildi.

660 senesinde Ramazan-ı şerif ayının on yedinci Cuma günü sabah namazına giderken İbn-i Mülcem adlı bir harici tarafından başına kılıçla vurularak şehit edildi. Kabirleri Necef denilen yerdedir.

Halifeliği devrinde zuhur eden fesatçılarla mücadele ettiğinden, sükun ve huzur bulamamıştır. Hükumet idaresinde Hz. Ömer’in yolunu tutmuştur. Her işin emniyet ve istikamet dairesinde yapılmasına çalışır, halka şefkat gösterirdi. Her tarafta askeri birer merkez vücude getirmişti.

Hakkında bir kaç ayet-i kerime nazil olup, pek çok hadis-i şerifle medhedildi. Ehl-i sünnetin gözbebeği, evliyanın reisi, kerametler hazinesidir. Adalet, ilim, cömertlik, merhamet ve diğer yüksek faziletleri kendisinde toplamıştır. Peygamber efendimiz Hz. Ali’ye cömertlerin sultanı manasına Sultan-ül-eshiya buyurmuşlardır.

Buğday benizli, orta boylu, uzun gerdanlı, güler yüzlü, iri siyah gözlü, geniş göğüslü, iri yapılı ve sık sakallı görünüşe sahib olan Hz. Ali, ilim ve amel bakımından en yüksek derecede idi. Allah korkusundan devamlı ağlardı. Namaza durunca, alem alt-üst olsa, haberi olmazdı.

Hz. Ali'nin Hz. Fatıma'dan Hasan, Hüseyin ve Muhsin adında 3 erkek, Zeyneb ve Ümmü Gülsüm adında iki kızı olmuştur. Hz. Fatıma'dan sonra evlendiği hanımlarından 15 erkek, 16 kız çocuğu olmuştur.

Hz. Ali, fevkalade beliğ ve fasih konuşurdu. Peygamber efendimizden sonra, onun derecesinde beliğ hutbe okuyacak bir başkası yok idi. Arap lisanının ilk kaidelerini koyan odur. Bu sebeple Kur’an-ı kerimin lisanına herkesten çok aşina idi. Devamlı Peygamber efendimizin yanında bulunması ve onun feyizli nurlarına ilk kavuşanlardan olması sebebiyle Kur’an'ın hükümlerini en iyi bilen o idi. Tefsire dair birçok rivayetler bildirmiştir. Bilhassa ayetlerin iniş sebepleri konusunda birçok rivayetleri vardı. Bu konuda buyuruyor ki:

-Sorunuz, bana ne sorarsanız, size cevabını veririm. Allahın kitabını bana sorunuz. Vallahi bir ayet yoktur ki, ben onun gecede mi, gündüzde mi, kırda mı, dağda mı nazil olduğunu bilmiyeyim.

Bu sebeplerden dolayı, hakkında birçok rivayet olup, anlaşılması güç meselelerde, onun rivayeti tercih edilmiştir. Hacc-ı Ekber’in kurban bayramı olduğuna dair olan rivayeti gibi.

Hz. Ali, Ehl-i beytten olması sebebiyle, Peygamber efendimizin sünnetine herkesten daha fazla vakıftı. Bu hususta herkesin müracaat kapısıydı. Bizzat Resulullah efendimizden duyarak yazdığı bir hadis sahifesi vardı. Bu sahife, Sahifetü Ali bin Ebi Talib adıyla 1986’da yayınlanmıştır. Kendisinden 586 hadis-i şerif bildirilmiştir. Bunlardan 20 tanesi hem Buhari’de, hem de Müslim’de bulunur. Bundan başka 9 hadis-i şerif Buhari’de, 15 hadis Müslim’de, tamamı da Ahmed bin Hanbel’in Müsned adlı kitabında vardır.

Hz. Ali, Eshab-ı kiramın en büyük fıkıh alimlerindendi. Halledilemeyen mevzular ona havale edilirdi. Hatta Hz. Ömer buyurur ki:

-Şayet Hz. Ali olmasaydı, Ömer helak olurdu.

Fıkha dair bildirdiği hükümler, Mevsûatü Fıkhı Ali bin Ebi Talib adıyla yayınlanmıştır.

Hz. Ali’nin hikmetli sözleri birçok kitaplarda toplanmıştır. Bunlardan Emsalü İmam Ali, Gurer-ül-Hikem ve Dürer-ül-Kilem adlı eserler basılmıştır. Bu kitaplardaki sözlerinde Hz. Ali buyuruyor ki:

Affetmek fazîlettir. Kararlı olmak metâ'dır, sahip olunan maldır. Kararsız olmak ise zâyi olmaktır. Doğruluk emânet, yalancılık hıyânettir. İnsâf rahatlık, şer küstahlıktır. Emânete hıyânet etmemek, îmândandır, güler yüzlülük ihsândandır. Doğruluk kurtarır, yalan felâkete sürükler. Kanâat insanı zengin yapar, yerinde kullanılmayan zenginlik azdırır. Dünya aldatır, şehvet kandırır. Lezzet oyalar, nefsin arzuları alçaltır. Hased yıpratır, nefret çökertir.

Akıllı kimse, günâhlarını tövbe ile örtendir. Cömert, kötülük yapana iyilikle karşılık verendir.

İlim; güzel bir mîrâs, genel bir ni'mettir. İnsaf, ihtilâfı giderir, ülfeti getirir.

Adâlet; îmânın başıdır, ihsânın birleştiği noktadır ve îmânın en yüksek mertebesidir.

Âlim; sözü, işine uygun olandır. Âlim ilme doymaz.

Hikmet; akıllıların bahçesi, ermişlerin mesîresidir, gezinti yeridir.

Akıllı; şehvetten uzaklaşan, âhıreti dünya ile değişmeyendir. Akıllı, yalnız ihtiyâcı kadar ve delille konuşur, sâdece âhıretinin ıslâhı için çalışır. Akıllı, günâhlardan sakınır, ayıplardan uzak durur. Cömertlik günâhları siler, kalblere sevgi eker.

Câhil; dayakla uslanmaz, nasîhatlerden payını almaz.

İlim; insanı akla götürür, kim ilim öğrenirse akıllanır. İlim; rûhu ihyâ eder, diriltir. Aklı aydınlatır, cehâleti öldürür.

Zulüm; ayakların kaymasına, ni'metin yok olmasına, milletlerin helâkine sebep olur.

Gerçek mü'minin sevgisi, kızması, birşeyi alması, yapması ve terki, hep Allah için olur.

Kâmil mü'min gizli şükür eder, belâya karşı sabır eder, ümîd hâlinde iken bile korkar.

Akıllı kimse, ibâdetle, nefsin arzusuna karşı gelendir. Câhil kimse, günâh işleyerek nefsin arzusuna uyandır.

Allaha kavuşmak, kötü insanlardan uzak durmakla olur.

İhtiraslı kimse, bütünüyle dünyaya mâlik olsa bile yine fakîrdir.

Doğruluk, İslâmın direği, îmânın desteğidir.

Allahın azâbından korkmak, müttekîlerin, takvâ sahiplerinin nişânıdır.

Dînin esâsı, emâneti yerine vermek, sözünde durmaktır.

Hased eden dâimâ hastadır, cimri insan, dâimâ fakîrdir.

Başa kakan, nefret ateşini körükler.

Kanâatkâr olmak, boyun eğme zilletinden daha hayırlıdır.

Olgunluk üç şeyde gereklidir: Musîbetlere sabır, isteklerde aşırıya kaçmamak ve istiyene vermektir.

Yumuşaklık, durulmayı çabuk sağlar ve zor olan şeyleri kolaylaştırır.

Âlim, câhili hemen tanır, çünkü daha önce o da câhildi. Câhil âlimi tanımaz, çünkü daha önce âlim değildi.

Akıl ve ilim, birbirinden ayrılmayan ve zıt olmayan iki kardeş gibidir.

Îmân ve hayâ, birbirinden kopmayan bir bütündür.

Îmân ve ilim, ikiz kardeş ve birbirinden ayrılmayan arkadaş gibidir.

Öfke, tutuşturulmuş bir ateş gibidir. Her kim ki öfkesine hâkim olursa, onu söndürür ve her kim onu salıverirse, ilk yanan kendisi olur.

Ahmaklık, dermânı bulunmayan bir dert, şifâsı olmayan bir hastalıktır.

Allah için kardeş olanların sevgisi, sebebi dâim olduğu için devam eder. Dünya için kardeş olanların sevgisi, sebebi devam etmediği için, kısa sürer, bir an gelir son bulur.

Akıllı, sustuğu vakit tefekkür, konuştuğu vakit zikir eder, baktığı vakit de ibret alır.

Kendisi amel etmeksizin Allah yoluna çağıran kişi, oksuz yaya benzer.

Sükût, sana vakar kazandırır ve seni özür dileme zahmetinden kurtarır.

İhtiras, gâfillerin kalbinde şeytanların sultânıdır.

Hasedcilerin en ehveni, hased ettiği kişinin elindeki ni'metlerin yok olmasını ister.

İlim, insanı Allahın emrettiği şeylere götürür, zühd ise o şeylere erişilmesini kolaylaştırır.

Korkaklık, ihtiras ve cimrilik, Allaha karşı kötü zannın bir araya getirdiği kötü arkadaşlardır.

Mal, harcandığı kadar sâhibine ikrâmda bulunur. Kişinin yaptığı cimrilik kadar ona ihânet eder.

Fakîh öyle biridir ki, insanları Allahın rahmetinden ümitsizliğe düşürmez ve onları Allahın rahmetinden yüz çevirtmez.

Mal ve çocuklar, dünya hayâtının zînetidirler. Sâlih amel de, dünyadan âhırete götürülen mahsûldür.

Allah için seven bir kardeş, en yakından daha yakın, anne ve babalardan daha merhametlidir.

Amel eden câhil kişi, yoldan başka yerde yürüyen gibidir. Bu yürüyüşü ona, ihtiyâcından uzaklaşmaktan başka birşey kazandırmaz.

İnsan, sözü ile tartılır veya işi ile değerlendirilir. Seni zînet yönünden ağır getirecek şeyi söyle ve kıymetini artıracak şeyi yap.

Yalancı, sözünde suçludur, isterse delîli kuvvetli ve ağzı lâf yapan biri olsun.

İstişâre, danışma sana rahatlık, başkasına yorgunluktur.

Dünya mü'minin hapishânesi, ölüm hediyesi, Cennet de varacağı yerdir.

Dünya kâfirin Cenneti, ölüm korkulu rü'yâsı, Cehennem de varacağı son duraktır.

Allaha tâatle uğraşmak en kârlı iş, doğru konuşan dil ise, en güzelidir.

Gaddarlık, herkes için kötü bir şeydir. Şan, şeref sâhibi ve büyük zâtlar için daha çirkindir.

Takvâ, dîni ıslâh, nefsi muhâfaza eder ve mürüvveti süsler.

Akıllı; alçak dünyadan el çeken, Cennet-i a'lâya göz dikendir.

Sabır en güzel huy, ilim en şerefli süs eşyasıdır.

Kalblerin gafletine, gözlerin uyanık olması fayda vermez.

Sıkıntıya düşmeden önce emniyet tedbirini alan kimse, ayağını sağlam yere basmış olur.

Sabır, insanın başına gelene katlanması demektir. Onu kızdırana karşı da kendisine hâkim olmaktır.

Korku kaderi değiştirmez, yalnız sevâbın yok olmasına sebep olur.

İhtiras, rızkı artırmaz.

Kârlı olan, dünyayı âhıretle değiştirendir.

Cimri, dünyada kendi nefsine cömert davranmaz, bütün malını mîrâsçılara vermeye râzı olur.

Mal, sâhibini dünyada yükseltir, âhırette alçaltır.

Hased, bir dert ve hastalık olup, hased eden veya olunan helâk olmadıkça çâresi bulunmaz.

Günâhlar birer dert olup, devâsı istigfârdır.

Sabır iki kısımdır: Sevmediğin şeye sabretmek ve sevdiğin şeye sabretmek.

Sabır, en güzel îmân kisvesi ve insanların en şerefli ahlâkıdır.

Şek ,şüphe, yakîni bozar, îmânı yok eder.

Mürüvvet; insanın, kendisini lekeleyecek şeylerden kaçınması ve güzellik kazandıracak şeylere yaklaşmasıdır.

Cömertlik ve cesâret, şerefli maksatlar olup, Allahü teâlâ bunları sevdiği ve denediği kişilere ihsân eder.

Sıkıntıya karşı sabır etmek, bolluk ânındaki âfiyetten daha efdaldir.

Akıllı, iyiliklerini canlandıran, kötülüklerini öldürendir.

Tûl-i emel, fazla yaşama arzusu, serâb gibidir, bunu gören su sanıp aldanır.

İyiliği tamamlamak, yeniden başlamaktan daha hayırlıdır.

Kendi nefsinden râzı olan, aldanmıştır. Ona güvenen, mağrûr ve yolunu şaşırmıştır.

Gerçek dost, ayıbını görüp nasîhat eden, gıyâbında seni koruyan ve seni kendisine tercîh edendir.

Ahmaklık; herşeyi fuzûliymiş gibi hiçe saymak ve câhil insanlarla arkadaşlık kurmaktır.

Allah için dost olan, kişiye doğru yolu gösteren, fesattan uzaklaştıran ve ibâdetlerinde yardımcı olandır.

İlim, maldan daha hayırlıdır. İlim seni, sen de malı korursun.

Fazîlet; çok mal ve büyük işlerle değil, güzel kemâliyet ve hayırlı işlerle olur.

İslâmiyet, teslimiyettir. Teslimiyet, yakîndir. Yakîn, tasdîktir. Tasdîk, ikrârdır. İkrâr, edâdır, yerine getirmektir. Edâ ise ameldir.

Fazîlet, en iyi maldır. Cömertlik, en güzel mücevherdir. Akıl, en güzel zînettir. İlim, en şerefli meziyettir.

Adâlet, halkın dirliği ve düzeni, idârecilerin süsü ve güzelliğidir.

Akıllı kimse; dilini kötü söz ve gıybetten koruyan, mü'min; kalbini şek ve şüpheden temizleyendir.

İyilikle emretmek, insanların en fazîletli amelleridir.

İffet; nefsin koruyucusu ve kinlerden paklayıcıdır.

Sabır iki kısımdır; belâya sabır iyi ve güzeldir. Bundan daha güzeli, harâmlara karşı sabırdır.

Harâmlardan çekinmek, akıllıların şânı, şereflilerin tabiatındandır.

Allah korkusundan dolayı göz yaşı dökmek, kalbi nûrlandırır. Tekrar günâh işlemekten insanı korur.

Yaptığı günâh bir işle öğünmek, o günâhı yapmaktan daha kötüdür.

Ârifin, yüzü nûr ve tebessüm, kalbi korku ve hüzün doludur.

Dünya; güzel, aldatıcı ve geçici bir serâb, çabuk yıkılan bir dayanaktır.

Sevgi, kalblerin birbirine yakınlaşması ve rûhların ünsiyetidir.

Yumuşaklık, öfke ateşini söndürür. Hiddet ise öfke ateşini körükler.

Mü'min, baktığında ibret alır. Bir şey verilirse, şükür eder. Musîbet ve belâya uğrayacak olursa, sabır eder. Konuşacak olursa, Allahü teâlâyı hatırlatır.

Akıl, mü'minin dostu; ilim, vezîri, sabır, askerlerinin komutanı ve amel ise silâhıdır.

Îmân ile amel, ikiz kardeş olup, birbirinden ayrılmazlar.

Hased edenin sevgisi sözlerinde görülür. Kinini işlerinde gizler. Adı dost, fiili düşmancadır.

Yumuşak başlı olanlar; en sabırlı, derhal affedici ve en güzel huylu olan kimselerdir.

Allahü teâlâdan hayâ etmek, insanı Cehennem azâbından korur.

Gaflet, insana gurûr getirir, helâke yaklaştırır.

Mü'min, dünyaya ibret gözü ile bakar. İhtiyâcı için karnını doyurur. Dünyadan konuşulduğu vakit, nefret ve tenkid kulağı ile dinler.

Fazîlet, gücü yettiğinde affetmektir.

Hayâ ve cömertlik, ahlâkların en efdalidir.

Kötü insan, hiç kimseye iyi zan beslemez. Çünkü o, herkesi kendisi gibi görür.

Kâmil olan kimse, aklı, arzu ve isteklerine galip gelendir.

Söz ilâç gibidir. Azı faydalı, çoğu zararlıdır.