Hz. EBÛ BEKR-İ SIDDÎK (RA)
Hz. Ebû Bekir, daha Müslüman olmamıştı.
Çok te’sîrinde kaldığı bir rü’yâ gördü. Gökten
dolunay inip, Kâ’be-i muazzamaya gelmiş ve sonra parça
parça olmuş, parçalar Mekke’deki her evin üzerine düşmüş,
sonra da tekrar bir araya gelip göğe yükselmişti. Fakat,
kendi evine düşen ay parçası evde kalmış tekrar göğe yükselmemişti.
Hz. Ebû Bekir, evin kapısını kapayarak, ay parçasının çıkmasına
mâni olmuştu.
Kavminden
Peygamber gelecek
Sabahleyin heyecanla uyanan Hz. Ebû Bekir, hemen bir Yahûdî
âlimine gidip, rü’yâsını anlattı. O da dedi ki:
- Bu rü’yâ karışık rü’yâlardan biridir. Bunun ta’bîri
yapılamaz.
Fakat bu söz O’nu tatmin etmemişti. Devamlı bu rü’yânın
ta’bîrini düşünüyordu.
Bir zaman sonra ticâret maksadıyla gittiği yerde, râhip
Bahîra’ya rü’yâsını anlattı. Rü’yâ Bahîra’nın
çok dikkatini çekti. Bunun için Hz. Ebû Bekir’e sordu:
- Sen nerelisin?
- Kureyş’tenim.
- Tamam. Şimdi rü’yânı ta’bîr edeyim. Mekke’de, bu
kavimden bir peygamber gelecek, O’nun hidâyet nûru her yere
yayılacak. Sen, O hayatta iken O’nun vezîri, vefâtından
sonra da Halîfesi olacaksın!..
Hz. Ebû Bekir ne yapacağını şaşırmış hâldeyken, râhip
Bahîra sözlerine şöyle devam etti:
- Şimdi sen hemen memleketine dön! O’na ulaş! O’na vahiy
gelmeye başladığında, git herkesten önce O’na îmân et!
Hz. Ebû Bekir bu ta’bîri kimseye anlatmadı. Peygamber
efendimiz, peygamberliğini teblîğe başlayınca sordu:
- Peygamberlerin, peygamber olduklarına dâir
delîlleri vardır. Senin delîlin nedir?
Peygamber efendimiz buyurdu ki:
- Peygamberliğime delîl, o rü’yâdır ki, bir Yahûdî
âliminden ta’bîrini istedin. O âlim, “Karışık bir rü’yâdır,
i’tibâr edilmez” dedi. Sonra râhib Bahîra, doğru ta’bîr
etti. Yâ Ebâ Bekr, seni Allahü teâlâya ve Resûlüne îmân
etmeğe da’vet ederim.
Bunun üzerine, Hz. Ebû Bekir, kelime-i şehâdet getirerek
Müslüman oldu. Zaten bir gece önce şöyle düşünmüştü:
Aklıma
yatmıyor
“Baba ve dedelerimizin seçtiği din, hiç aklıma yatmıyor. Zîrâ
hiçbir zarar ve fayda vermeye kâdir olmayan bir heykele tapınmak,
ibâdet etmek akıllıca bir iş değildir. Bu kadar muazzam bir
kâinâtın bir yaratıcısı olması lâzımdır. Fakat bunu
kendi aklım ile bulmam mümkün değildir. Yarın gidip durumu
Muhammed aleyhisselâma anlatayım. Bu durumu ancak O’na arz
edebilirim. Zîrâ, olgun ve akıllı, doğru görüşlü, hiç
yalan söylemiyen bir kimsedir. Herkes O’ndan Muhammed-ül
emîn diye bahsetmektedir. O, ne yapmamı isterse ona göre
hareket ederim.”
Resûlullah efendimiz de, aynı gece, Hz. Ebû Bekir’i İslâm’a
da’veti düşünmüştü. Sabah olunca her ikisi de aynı düşünce
ile birbirlerinin evine gitmek üzere evlerinden çıktılar.
Yolda karşılaştıklarında, “Sözleşmeden birleştik”
dediler.
Hz. Ebû Bekir, Peygamber efendimizin huzurlarında Müslüman
olur olmaz, hemen yakın arkadaşları hatırına geldi:
- Yâ Resûlallah, müsâade ederseniz, yakın arkadaşlarımı
da huzûrunuza getirip, onların da Müslüman olmalarını arzû
ediyorum. Onların da ebedî saâdete kavuşmalarını istiyorum,
diyerek arkadaşlarına koştu.
Arkadaşlarım dediği, Hz. Osman, Hz. Talhâ bin Ubeydullah, Hz.
Zübeyr, Hz. Abdurrahmân bin Avf, Hz. Sa’d bin Ebî Vakkâs ve
Hz. Ebû Ubeyde bin Cerrâh gibi, ileride Eshâb-ı kirâmın
ileri gelenlerinden ve Cennetle müjdelenenlerden olacak
kimselerdi.
Gelin
îmân edin
Hz. Ebû Bekir, yeni Müslüman olmasının aşk ve şevkiyle,
Mescid-i Harâma vardığında, dayanamayıp, müşrikler
tarafına dönerek seslendi:
- Bütün kâinâtın yaratıcısı olan Allahü teâlâyı
bırakıp, niçin gidip, bu âciz putlara tapıyor, onlara yüz
sürüyorsunuz. Gelin, Allaha ve O’nun resûlü Muhammed
aleyhisselâma îmân edin!
Bunun üzerine müşrikler, hep birlikte üzerine yürüdüler.
Kendisini çok fecî şekilde dövdüler. Kabîlesinden gelen ba’zı
kimseler, kendisini baygın bir hâlde evine götürdüler.
Hz. Ebû Bekir, uzun bir süre kendisine gelemedi. Ayılması için
yapılan bütün gayretlerden bir netîce alınamıyordu. Artık,
ümitsiz bir şekilde başında beklemeye başladılar. Nihâyet
akşam üstü biraz kendine gelir gibi oldu. Gözünü açar
açmaz, ağzından çıkan ilk kelâm şu oldu:
- Resûlullah, ne yapıyor, O ne hâldedir? O’na birşey oldu
mu?
Annesi Ümmülhayr sevinç içinde dedi ki:
- Yavrum, bir şey arzû eder misin, yiyip içmek ister misin?
- Anneciğim, ben Resûlullaha birşey oldu mu diye soruyorum. O’nun
hakkında bana bilgi getirmediğin takdîrde, ne bir lokma yerim,
ne de birşey içerim.
- Evlâdım, vallahi, O’nun hakkında bir bilgim yok. Onun için
sana cevap veremiyorum. Sen biraz ye, kendine gel. Sonra O’nun
durumunu öğrenirsin.
- Hayır anne!.. Sen Ümm-i Cemil’e git ve de ki: Oğlum Ebû
Bekir, senden Resûlullahı soruyor. Acaba ne hâldedir?
Annesi
de îmân etti
Annesi hemen gidip, Ümm-i Cemil’e durumu anlattı.
Daha sonra, annesi ve Ümm-i Cemil’in yardımıyla, yavaş
yavaş Hz. Erkam’ın evine vardı. Peygamber efendimizi sağ sâlim
görünce çok sevindi, Resûlullaha sarıldı. Artık bütün ağrılarını
unutmuştu. Peygamber efendimize dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Bu benim annem Selmâ’dır. Ona duâ
etmenizi istiyorum. O da hidâyete kavuşsun!
Peygamber efendimiz duâ buyurdu. Böylece annesi de, îmân ile
şereflendi ve ilk Müslümanlardan oldu.
Resûlullah efendimiz Mi’râca çıktıktan sonra, ertesi gün,
Kâ’be yanında mi’râcını anlatınca, işiten müşrikler,
inkâr edip, alay etmeye başladılar. Müslüman olmaya niyetli
olanlar da vazgeçtiler.
Müşrikler, “Tamam, bu defa bir koz yakaladık” diyerek Hz.
Ebû Bekir’e gidip sordular:
- Ey Ebâ Bekr! Sen çok defa Kudüs’e gidip geldin. İyi
bilirsin. Mekke’den Kudüs’e gidip gelmek, ne kadar zaman
sürer?
- İyi biliyorum. Bir aydan fazla.
Mi'râcınız
mübârek olsun!
Kâfirler bu söze sevindi. “Akıllı, tecrübeli adamın sözü
böyle olur” dediler. Gülerek, alay ederek ve Hz. Ebû Bekir’in
de kendi kafalarında olduğuna sevinerek, “Senin efendin, Kudüs’e
bir gecede gidip geldiğini söylüyor” diyerek, Ebû Bekir’e
sevgi, saygı gösterdiler.
Hz. Ebû Bekir, Resûlullahın mübârek adını işitince;
- Eğer O söyledi ise, inandım. Bir anda gidip gelmiştir,
deyip içeri girdi.
Kâfirler neye uğradıklarını anlıyamadı. Önlerine bakıp
gidiyorlar ve bir taraftan da diyorlardı ki:
- Vay canına, Muhammed ne yaman büyücü imiş. Ebû Bekir’e
de sihir yapmış.
Hz. Ebû Bekir hemen giyinip, Resûlullahın yanına geldi. Büyük
kalabalık arasında, yüksek sesle dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Mi’râcınız mübârek olsun! Allahü
teâlâya sonsuz şükürler ederim ki, bizleri, senin gibi
büyük Peygambere, hizmetçi yapmakla şereflendirdi. Parlıyan
yüzünü görmekle ve kalbleri alan, rûhları çeken tatlı sözlerini
işitmekle ni’metlendirdi. Yâ Resûlallah! Senin her sözün
doğrudur. İnandım. Canım sana fedâ olsun!
Böylece Hz. Ebû Bekir, o gün tereddüde düşen Müslümanların
tereddütlerini giderdi, diğerlerinin ma’nevîyatlarını güçlendirdi.
Böyle tereddütsüz îmân etmesinden dolayı Resûlullah, o
gün Hz. Ebû Bekir’e Sıddîk dedi. Bu adı almakla, bir kat
daha yükseldi.
Beraber
hicret ederiz
Mekke’de müşriklerin, Müslümanlara yaptıkları baskılar
ve işkenceler üzerine, Müslümanların çoğu, Resûlullah
efendimizin izniyle Medîne’ye hicret etti. Hz. Ebû Bekir de
hicret için izin istediğinde, Resûl-i ekrem buyurdu ki:
- Sabreyle. Ümîdim odur ki; Allahü teâlâ bana da
izin verir. Beraber hicret ederiz.
- Anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Böyle ihtimâl
var mıdır?
- Evet vardır.
Peygamber efendimizin bu cevapları, Hz. Ebû Bekir’i
sevindirmişti.Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir hazırlıklara
başladı. Hicret için iki deve satın aldı ve o günü
beklemeye başladı. Artık Mekke’de sadece; sevgili
Peygamberimiz ile Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali, fakîrler, hastalar,
ihtiyârlar ve müşriklerin hapse attığı mü’minler kalmıştı.
Diğer taraftan Medîneli Müslümanlar, ya’nî Ensâr, hicret
eden Mekkelileri ya’nî Muhâcirleri çok iyi karşılayıp,
misâfir ettiler. Aralarında kuvvetli bir birlik meydana geldi.
Resûlullah efendimiz, hicret gecesi, Allahü teâlânın emriyle
evinde Hz. Ali’yi bırakıp, müşriklerin üzerine toprak
saçarak uzaklaşıp, Hz. Ebû Bekir’in evine gitti. Hz. Ebû
Bekir’e buyurdu ki:
- Hicret etmeme izin verildi.
Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk heyecanla sordu:
- Mübârek ayağınızın tozuna yüzümü süreyim yâ
Resûlallah! Ben de beraber miyim?
Efendimiz cevap verdiler:
- Evet...
Anam-babam fedâ olsun
Hz. Ebû Bekir sevincinden ağladı. Gözyaşları arasında dedi
ki:
- Anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Develer hazır.
Hangisini murâd ederseniz, onu kabûl buyurunuz.
- Benim olmayan deveye binmem. Ancak bedeliyle alırım.
Bu kesin emir karşısında mecbur kalan Hz. Ebû Bekir, devenin
bedelini söyledi.
Hz. Ebû Bekir, Abdullah bin Üreykıt isminde, kılavuzluğu ile
meşhûr olan zâtı çağırıp, yol göstermesi için ücretle
tuttu ve develeri üç gün sonra Sevr dağındaki mağaraya
getirmesini emretti.
Safer ayının 27’si perşembe günü, Peygamber efendimiz ve
Ebû Bekr-i Sıddîk, yanlarına bir miktar yiyecek alarak yola
çıktılar. İzleri belli olmasın diye parmaklarına basarak
gidiyorlardı. Hz. Ebû Bekir, Resûlullahın çevresinde, ba’zan
sola, ba’zan sağa, öne, arkaya gidiyordu. Peygamberimiz,
niçin böyle yaptığını sorunca dedi ki:
- Etraftan gelecek bir tehlikeyi önlemek için. Eğer bir zarar
gelirse önce bana gelsin. Canım yüksek zâtınıza fedâ olsun
yâ Resûlallah!
- Yâ Ebâ Bekr! Başıma gelecek bir musîbetin, benim
yerime, senin başına gelmiş olmasını ister misin?
- Evet yâ Resûlallah! Seni hak dinle, hak peygamber olarak
gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, gelecek bir
musîbetin, senin yerine, benim başıma gelmesini isterim.
Mağara kapısı önüne geldiklerinde, Hz. Ebû Bekir dedi ki:
- Allah için yâ Resûlallah, içeri girmeyin! Ben gireyim,
orada zararlı bir şey varsa, bana gelsin, mübârek zâtınıza
bir keder, bir elem değmesin.
Ayağını
yılan soktu
Sonra içeri girip, süpürüp temizledi. Sağında, solunda
irili ufaklı birçok delikler vardı. Hırkasını parçalayıp,
delikleri kapadı, fakat biri açık kaldı. Onu da ökçesi ile
kapayıp, Resûlullahı içeri da’vet eyledi.
Peygamber efendimiz içeri girdi ve mübârek başını Hz. Ebû
Bekir’in kucağına koyup uyudu. O zaman, Hz. Sıddîk’ın
ayağını yılan soktu. Resûlullahın uyanmaması için
sabredip, hiç hareket etmedi. Fakat gözyaşı Resûlullahın mübârek
yüzüne damlayınca buyurdu ki:
- Ne oldu yâ Ebâ Bekr?
- Ayağım ile kapattığım delikten, bir yılan ayağımı
soktu.
Resûlullah efendimiz, Ebû Bekir’in yarasına, iyi olması için
mübârek ağzının yaşından sürünce, acısı hemen dindi,
şifâ buldu.
Resûlullah efendimiz ve Ebû Bekr-i Sıddîk içerde iken, müşrikler,
iz takip ederek mağaranın önüne geldiler. Mağaranın
ağzının bir örümcek tarafından örüldüğünü ve iki
güvercinin de yuva yaptığını gördüler. İz sürücü Kürz
bin Alkama dedi ki:
- İşte burada iz kesildi.
Müşrikler dediler ki:
- Eğer, onlar buraya girmiş olsalardı, kapının üzerindeki
örümcek ağının yırtılmış olması lâzım gelirdi. Bu
örümcek, ağını, Muhammed doğmadan önce örmüştür.
İçeri
bakmadan geri döndüler
Müşrikler kapı önünde münâkaşa ederken, içeride Hz. Ebû
Bekir endişeye kapıldı. Kâinâtın sultânı efendimiz
buyurdu ki:
- Yâ Ebâ Bekir! Üzülme! Şüphesiz Allahü teâlâ
bizimledir.
Müşrikler içeri bakmadan geri döndüler.
Mağarada üç gece kalıp, pazartesi gecesi yola çıktılar.
Eylül ayının 20 ve Rebî’ul-evvelin 8. pazartesi günü
Medîne’de Kubâ köyüne geldiler. O gün, Müslümanların
Hicrî şemsî sene başlangıcı oldu.
Hz. Ebû Bekir, hazerde ve seferde Resûlullahtan hiç ayrılmadı.
Ona her zaman arkadaşlık etti. Her zaman, malını, canını
fedâ etmeye hazır hâlde yanında beklerdi.
Bedir savaşında bir ara, İslâm askeri zorlanmaya başladı.
Bunun üzerine, Peygamber efendimiz, Sa’d ve Sa’îd
hazretlerini gönderdi. Sonra Hz. Ebû Zer’i gönderdi. Daha
sonra da Hz. Ömer’i gönderdi. Bir saat geçtiği hâlde,
zorlanma devam ediyordu. Bunu gören, Hz. Ebû Bekir, kılıcını
çekip atına binmek isteyince, Peygamber efendimiz elinden tutup
buyurdu:
- Yanımdan ayrılma yâ Ebâ Bekr! Bedenime ve kalbime
gelen her sıkıntı, senin mübârek yüzünü görmekle
hafifliyor. Seninle kalbim kuvvetleniyor.
Peygamber efendimiz, Hz. Ebû Bekir’i ağlarken görünce
buyurdu ki:
- Yâ Ebâ Bekir, ağlama! Arkadaşlığı ve malı,
bana, senden daha bereketli olanı yoktur.
Hz. Ebû
Bekir'in îmânı
Hz. Ebû Bekir, diline hâkim olmak, lüzûmsuz hiçbir şey
konuşmamak için mübârek ağzına taş koyardı. Mecbûr
kalmadıkça aslâ dünya kelâmı konuşmazdı. Hadîs-i şerîfte
buyuruldu ki:
(Ebû Bekir’in îmânı, bütün mü’minlerin îmânı
ile tartılsa, Ebû Bekir’in îmânı ağır gelir.)
Peygamber efendimizin ilk halîfesi ve peygamberlerden sonra
insanların en üstünü olmak fazîleti, üstünlüğü, sadece
Hz. Ebû Bekir’e nasîb olmuştur. O, dîni kuvvetlendirmek,
Peygamber efendimizi memnûn etmek için malını vermekte, düşmana
karşı cihâd etmekte, hep önde olmuştur.
Hadîd sûresinde meâlen buyuruldu ki:
(Mekke-i mükerremenin fethinden önce, malını veren ve
cihâd eden kimseye, fetihten sonra malını dağıtan ve cihâd
edenden daha büyük derece vardır. Allahü teâlâ hepsine
Cenneti va’detti.)
Bu âyet-i kerîmenin, Hz. Ebû Bekir’in fazîletini ve
derecesinin yüksekliğini gösterdiğini âlimlerimiz söz birliği
ile bildirmişlerdir.
Tevbe sûresinde de, önce îmâna gelenlerden, her fazîlette
öne geçenlerden, Allahü teâlânın râzı olduğu
bildirilmiştir.
Tebük gazâsında, Resûlullah, herkesin yardım yapmasını
emir buyurunca, herkes malının bir kısmını getirip verdi.
Hz. Ömer, her zaman en çok yardımı yapan Hz. Ebû Bekir’i,
bu defa geçeyim diye, malının yarısını alıp getirdi. Sonra
Hz. Ebû Bekir de malını getirip teslîm etti. Peygamber
efendimiz sordu:
- Yâ Ömer, evine ne kadar mal bıraktın?
- Yâ Resûlallah, bu kadar da eve bıraktım.
Allah
ve Resulünü bıraktım
Sonra Hz. Ebû Bekir’e dönüp sordu:
- Yâ Ebâ Bekr, sen evine ne bıraktın?
- Yâ Resûlallah, evime birşey bırakmadım. Tamamını buraya
getirdim. Onlara Allah ve Resûlünü bıraktım.
Resûlullah efendimiz Hz. Ömer’e dönerek buyurdu ki:
- İkinizin arasındaki fark, cevaplarınız arasındaki
fark kadardır.
Hz. Ebû Bekir’in, Peygamber efendimizin vefâtından sonra da
çok büyük hizmetleri oldu. Zîrâ Peygamber efendimiz vefât
edince, Eshâb-ı kirâmın aklı başından gitti. Mescidde
ağlaşmaya başladılar. Hiç kimsenin inanası gelmiyordu.
Hele Hz. Ömer tamamen kendinden geçmiş bir hâlde idi.
Peygamber efendimizin mübârek yüzüne bakıp diyordu ki:
- Resûlullah bayılmış, fakat baygınlığı çok ağır.
Ölüm sözünü ağzına almadığı gibi, kimsenin de söylemesini
istemiyordu. Dışarı çıkıp dedi ki:
- Kim “Resûlullah öldü” derse, kılıcımla boynunu
vururum!
Resûlullah
da vefât edecektir
Hz. Ebû Bekir ile Hz. Abbâs’ın Eshâb-ı kirâm arasında
bir ağırlığı vardı. Eshâb-ı kirâmı ancak bunlar teskin
edebilirdi. Bunun için beraber mescide gittiler. Hz. Ebû Bekir
buyurdu ki:
- Ey insanlar! Resûlullahın, “Ben vefât etmiyeceğim”
dediğini içinizde duyan var mı?
- Hayır, böyle bir söz duymadık.
Sonra Hz. Ömer’e dönüp sordu:
- Yâ Ömer, bu husûsta sen birşey duydun mu?
- Hayır duymadım.
Sonra Eshâb-ı kirâma dönüp buyurdu ki:
- Hiç kimse, Resûlullahın vefât etmiyeceğini söyliyemez.
Cenâb-ı Hakka yemîn ederim ki, Resûlullah ölümü tatmış
bulunmaktadır. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde,
“Muhakkak, sen de öleceksin, onlar da ölecektir”
buyurmaktadır. Resûlullah, İslâmiyetin bütün hükümleri
tamamlandıktan sonra, aramızdan ayrıldı. Artık kendimize
gelip, defin işlerini tamamlayalım.
Sonra, Hz. Abbâs da buna benzer konuşmalar yaptı. Böylece
Eshâb-ı kirâmın aklı başlarına geldi.
Sevgili Peygamberimiz bir gün Eshâb-ı kirâm ile sohbet
ederken, “Şehîdliğin fazîletlerini” anlatıyorlardı.
Şehîdlerin şefâ’ati hakkında buyurdu ki:
- Kıyâmet gününde şehîdler, mahşer yerine
gelirlerken, orada bulunan Peygamberler ayağa kalkarlar. Onlar,
çocukları, akrabâları ve dostlarından 70 bin kişiye şefâ’at
ederler.
Gazânız
mübârek olsun
Bu sözleri işiten Hz. Nevfel, Resûlullah efendimizden, şehîd
olmak için duâ istedi. Resûlullah efendimiz de duâ ettiler.
Bir müddet sonra, muhârebeye çıkıldı. Peygamber efendimiz
de aralarında bulunuyordu. Bu muhârebe Hz. Nevfel’in duâsından
sonraki ilk muhârebe idi. Ve bu muhârebede Hz. Nevfel şehîd
düşerek, arzûsuna kavuştu.
Peygamber efendimiz ve Eshâbı, muhârebeden dönüyorlardı.
Karşılamaya gelenler arasında, Hz. Nevfel’in hanımı,
çocukları ve yaşlı annesi vardı.
Yaşlı annesi, “Gazânız mübârek olsun” dedikten sonra
Resûlullaha, oğlunu sordu. Peygamber efendimizin gözleri
nemlendi. Oğlunun şehîdlik haberini vermeye mübârek kalbi
dayanamadı. Elleriyle arkayı işâret edip, yoluna devam etti.
Hz. Nevfel’in annesi, Peygamber efendimizin hemen arkasından
gelen, Allahın arslanı Hz. Ali’ye de aynı şekilde oğlunu
sordu. O da şehîdlik haberini veremeyip, arkayı işâret etti.
Yaşlı kadın daha sonra, Hz. Ömer’e ve Hz. Osman’a rastladı.
Onlara da oğlunun durumunu sordu. Onlar da cevap veremeyip Resûlullahın
yaptığı gibi arkayı işâret ettiler.
En son gelen Hz. Ebû Bekir idi. Kadıncağız büyük bir
ümitle sevgili Peygamberimizin azîz arkadaşına yaklaşarak
aynı şeyleri sordu.
Hz. Ebû Bekir kendi kendine düşündü:
“Yâ Rabbî! Ne kadar zor bir durumdayım. Eğer doğruyu söylersem,
mahzûn kalbleri üzmüş olacağım. Bunu yapmaktan sevgili
Peygamberimiz çekindi. O’na nasıl aykırı davranabilirim.
Sen bana öyle bir şey ilhâm et ki, bu gariplerin yüreği daha
fazla yanmasın Allahım!”
Yâ Allah!.. Yâ
Nevfel!..
Daha sonra, Hz. Ebû Bekir, bütün kalbiyle:
- Yâ Allah!.. Yâ Nevfel!.. diye bağırdı.
İşte o sırada, yaydan fırlamış ok gibi bir atlı,
yıldırım hızıyla yanlarına yetişerek dedi ki:
- Buyur yâ Sıddîk, beni mi çağırdın?
Bu atlı, Hz. Nevfel’den başkası değildi.
Sonra, Cebrâil aleyhisselâm gelip, Peygamber efendimize
şunları söyledi:
- Yâ Resûlallah! Hak teâlânın selâmı var. “Eğer
Peygamberin mağara arkadaşı Sıddîk, bir kere daha (ALLAH)
deseydi, yüceliğim hakkı için, bütün şehîdleri
diriltirdim. Çünkü, Ebû Bekir, câhiliyye devrinde bile yalan
söylememiştir” buyurdu.
Bu hâdiseden sonra, Hz. Nevfel senelerce yaşadı.
Nihâyet, “Yemâme” cenginde tekrar şehîdlik şerbetini içti.