Adâletin timsâli ikinci büyük halîfe: Hz. ÖMER (RA)
Hz. Hamza’nın Müslüman olması
üzerine, Mekkeli müşriklerin telâş ve endîşeleri had
safhaya varmıştı. Çünkü parmakla gösterilen kahramanlardan
biri de Müslüman olmuş, Resûlullahın saflarında yer
almıştı. Bu beklenmedik hâdise, müşrikleri, büsbütün
çileden çıkardı.
Hz. Ömer bu sırada daha Müslüman olmamıştı. Bir gün,
Resûlullah efendimizi, gördüğü yerde öldürmek niyetiyle
evinden çıktı. Sevgili Peygamberimizi Mescid-i Harâm’da
namaz kılarken buldu ve namazın bitmesini isteyerek, dinlemeye
başladı. Habîb-i ekrem efendimiz, El-Hâkka sûre-i şerîfini
okuyordu.
Kalbim
meyletti
Hattâboğlu Ömer, Peygamber efendimizin okuduklarını
hayranlıkla dinliyordu. Ömründe böyle güzel sözler duymamıştı.
Bunu kendisi, sonradan şöyle anlatır:
“Dinlediğim bu sözlerin belâgatına, düzgünlüğüne,
derli topluluğuna hayrân olmuş, niçin geldiğimi unutmuştum.
Bu hâdiseden sonra, kalbimde İslâma karşı bir istek hâsıl
oldu.”
Bu hâdisenin, Hz. Ömer’in Müslüman olmasında mühim te’sîri
olmuştur. Çünkü kalbini yumuşatmış, Müslüman olmasına
zemin hazırlamıştır.
Hz. Hamza’nın Müslüman olmasından üç gün sonra, Ebû
Cehil, müşrikleri toplayıp dedi ki:
- Ey Kureyş! Muhammed, putlarımıza dil uzattı. Bizden önce
gelen atalarımızın Cehennemde azâb gördüklerini, bizim de
oraya gideceğimizi söyledi! Onu öldürmekten başka çâre
yoktur! Onu öldürecek kişiye, yüz kızıl deve ve sayısız
altın vereceğim!
Bir anda Hattâboğlu Ömer’in kalbinden, İslâma olan istek
kayboldu ve yerinden fırlayarak dedi ki:
- Bu işi Hattâboğlundan başka yapacak yoktur.
- Haydi Hattâboğlu! Görelim seni! Bu işi senden başka
yapabilecek kimse yoktur.
Hattâboğlu Ömer, kılıcını kuşanarak yola düştü.
Giderken Nu’aym bin Abdullah’a rastladı.
Yolda Nuaym bin Abdullah kendisine sordu:
- Yâ Ömer, böyle şiddet ve hiddetle nereye gidiyorsun?
- Milletin arasına nifâk sokan, kardeşi kardeşe düşüren
bir kimseyi öldürmeye gidiyorum.
- Yâ Ömer, güç bir işe gidiyorsun. Onun Eshâbı çevresinde
pervane gibi dönmektedir. Ona birşey olmasın diye
titremektedirler. Onun yanına yaklaşıp, zarar veremezsin!
Yakınlarınla
uğraş
Bu söze çok hiddetlenen Hz. Ömer kılıcına sarıldı:
- Yoksa sen de mi onlardansın? Önce senin işini bitireyim.
Nuaym bin Abdullah cevap verdi:
- Sen benimle uğraşacağına, kardeşin Fâtıma ile enişten
Saîd’in yanına git! Onlar, çoktan Müslüman oldular. Sen
önce kendi yakınların ile uğraş!
- Hayır, onlar Müslüman olamazlar.
- Bana inanmazsan, git evlerine, kendilerine sor!
Bunun üzerine Hz. Ömer, kardeşini merak edip, öfkeyle hemen
evlerine gitti. O sıralarda Tâhâ sûresi yeni nâzil olmuş,
eniştesi Saîd ile kızkardeşi Fâtıma bunu yazdırıp, Hz.
Habbâb bin Eret adındaki sahâbîyi evlerine getirmiş,
okuyorlardı.
Hattâboğlu Ömer, kapıdan bunların sesini duydu. Kapıyı
çok sert çaldı. Onu, kılıcı belinde kızgın görünce, yazıyı
saklayıp, Hz. Habbâb’ı gizlediler. Sonra kapıyı açtılar.
İçeri girince sordu:
- Ne okuyordunuz?
- Bir şey okumuyorduk.
- Hayır, okuyordunuz. İşittiğim doğru imiş. Siz de O’nun
sihrine aldanmışsınız!
Niçin
utanmazsın?
Hz. Sa’îd’i yakasından tutup, yere attı. Kardeşi,
efendisini kurtarayım derken, onun yüzüne de öfkeli bir tokat
indirdi. Yüzünden kan akmaya başladığını görünce, kardeşine
acıdı. Fâtıma’nın canı yanmış, kana boyanmış idi.
Fakat îmân kuvveti, kendisini harekete getirip, Allahü
teâlâya sığınarak dedi ki:
- Yâ Ömer! Niçin Allahtan utanmaz, âyetler ve mu’cizeler
ile gönderdiği Peygamberine inanmazsın? İşte ben ve zevcim,
Müslüman olmakla şereflendik. Başımızı kessen de bundan dönmeyiz.
Sonra Kelime-i şehâdeti okudu. Hattâboğlu Ömer, kızkardeşinin
bu îmânı karşısında birden yumuşadı ve yere oturdu.
Yumuşak sesle dedi ki:
- Hele şu okuduğunuz kitabı çıkarın.
- Sen temizlenmedikçe, onu sana vermem.
Ömer bin Hattâb gusül abdesti aldı. Ondan sonra Fâtıma,
âyet-i kerîme yazılı sahifeyi getirdi. Ömer bin Hattâb
güzel okurdu. Tâhâ sûresini okumaya başladı. Kur’ân-ı
kerîmin fesâhatı, belâgatı, ma’nâları ve üstünlükleri
kalbini gitgide yumuşattı.
(Göklerde ve yeryüzünde ve bunların arasında ve yedi
kat toprağın altındaki şeyler hep O’nundur) [Tâhâ:
6] meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyunca, derin derin düşünceye
daldı. Dedi ki:
- Yâ Fâtıma! Bu bitmez tükenmez varlıklar, hep sizin
taptığınız Allahın mıdır?
- Evet, öyle ya! Şüphe mi var?
- Yâ Fâtıma! Bizim binbeşyüz kadar altından, gümüşten,
tunçtan, taştan oymalı, süslü heykellerimiz var.
Hiçbirinin, yeryüzünde bir şeyi yok.Şaşkınlığı büsbütün
artmıştı. Biraz daha okudu.
(Allahü teâlâdan başka ibâdet edilecek, tapılacak
hak bir ilâh, bir ma’bûd yoktur. En güzel isimler O’nundur)
[Tâhâ: 8] meâlindeki âyet-i kerîmeyi düşündü. Sonra dedi
ki:
- Hakîkaten, ne kadar doğru.
Ömer
ile kuvvetlendir
Habbâb bu sözü işitince, gizlendiği yerden fırladı ve tekbîr
getirdikten sonra müjdeyi verdi:
- Müjde yâ Ömer! Resûlullah efendimiz Allahü teâlâya duâ
ederek, “Yâ Rabbî! Bu dîni, Ebû Cehil yahut Ömer
ile kuvvetlendir, buyurdu. İşte bu devlet, bu saâdet
sana nasîb oldu.
Bu âyet-i kerîme ve bu duâ, Hattâboğlu Ömer’in kalbindeki
düşmanlığı sildi, süpürdü. Hemen;
- Resûlullah nerede? Beni, Resûlullaha götürür müsünüz?
dedi. Zîrâ kalbi, Resûlullaha tutulmuştu.
Ömer bin Hattâb’ın Resûlullahı görmek için yola çıktığı
sırada, Resûl-i ekrem, Hz. Erkâm’ın evinde Eshâbına nasîhat
veriyordu. Hattâboğlu Ömer’in geldiği, Erkâm’ın evinden
görüldü. Kılıcı da yanında idi. Heybetli, kuvvetli
olduğundan, Eshâb-ı kirâm, Resûlullahın etrafını sardı.
Hz. Hamza dedi ki:
- Ömer’den çekinecek ne var, iyilik ile geldi ise, hoş
geldi. Yoksa o kılıcını çekmeden başını uçururum.
Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Yol verin, içeri gelsin!
Îmâna
gel yâ Ömer!
Cebrâil aleyhisselâm, daha önce, Ömer bin Hattâb’ın
îmân etmek için geldiğini ve yolda olduğunu haber vermişti.
Resûlullah efendimiz, onu, tebessüm buyurarak karşıladı.
Ömer bin Hattâb, Resûlullahın önünde diz çöktü.
Resûlullah efendimiz, onu, kolundan tutup buyurdu ki:
- Îmâna gel, yâ Ömer!
O da temiz kalb ile Kelime-i şehâdeti söyledi. Eshâb-ı kirâmın,
sevinçten söyledikleri tekbîr sesleri göğe yükseldi.
Hz. Ömer, Müslüman olduktan sonraki hâlini şöyle anlattı:
“Müslüman olduğum zaman, Eshâb-ı kirâm, müşriklerden
gizlenir ve ibâdetlerini gizli yaparlardı. Bu duruma çok
üzüldüm ve Resûlullaha suâl ettim:
- Yâ Resûlallah! Biz hak üzere değil miyiz?
- Evet. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, ister ölü
ister diri olunuz, muhakkak hak üzerindesiniz.
- Yâ Resûlallah! Mâdem ki biz hak üzerinde, müşrikler de bâtıl
yoldadırlar, o hâlde ne diye dînimizi gizliyoruz? Vallahi biz,
dîn-i İslâmı, küfre karşı açıklamaya daha haklı ve daha
lâyıkız. Allahü teâlânın dîni, Mekke’de, hiç şüphesiz
üstün gelecektir. Kavmimiz bize karşı insaflı davranırlarsa
ne âlâ, yok taşkınlık etmek isterlerse, kendileriyle çarpışırız.
Yâ Resûlallah! Seni hak Peygamber olarak gönderen Allahü
teâlâya yemîn ederim ki, hiç çekinmeden ve korkmadan, oturup
İslâmı anlatmadığım bir müşrik topluluğu kalmayacaktır.
Artık ortaya çıkalım.
Kabûl buyurulunca, iki saf hâlinde dışarı çıkıp, Harem-i
şerîfe doğru yürüdük. Safların birinin başında Hamza,
diğerinin başında da ben vardım. Sert adımlarla, toprağı
un edercesine, Mescid-i harâma girdik. Kureyşli müşrikler,
bir bana, bir Hz. Hamza’ya bakıyorlardı."
Beni
bilen bilir
Hz. Ömer’in bu gelişi üzerine, Ebû Cehil ileri çıkıp,
“Yâ Ömer! Bu ne hâldir?” deyince, Hz. Ömer hiç aldırış
etmeden Kelime-i sehâdet getirdi:
- Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne
Muhammeden abdühû ve resûlüh!
Ebû Cehil ne diyeceğini şaşırdı. Donup kaldı. Hz. Ömer bu
müşrik gürûhuna dönerek dedi ki:
- Ey Kureyş! Beni, bilen bilir! Bilmeyen bilsin ki, ben Hattâboğlu
Ömer’im. Karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak
isteyen yerinden kıpırdasın! Kımıldayanı, kılıcımla
doğrayıp yere sererim!
Bunun üzerine Kureyşli müşrikler, bir anda dağılıp, oradan
uzaklaştılar.
Böylece, ilk defa Harem-i şerîfte açıktan namaz kılındı.
Hz. Ömer, haksızlık karşısında çok hiddetli olduğu gibi,
adâletin yerine getirilmesinde de o kadar şefkâtli idi. Bu
yüzden adâleti ile meşhûr olmuştur.
Bir gün at satın almak istedi. Atı tecrübe etmek niyetiyle
biniciye verdi. Ata binen kimse, koştururken, at tökezleyip
kazâya uğradı. Hz. Ömer atı satıcısına geri vermek
istediğinde, satıcı almadı. Sonunda durum, Kâdî Şüreyh
hazretlerine intikal etti. Kâdî sordu:
- At, sahibinin izniyle mi koşturuldu?
Hz. Ömer dedi ki:
- Hayır, ben denemek için koşturdum.
Atı almak macbûriyetindesiniz
Bunun üzerine, kâdî şu hükmü verdi:
- Şâyet at sahibinin rızâsı ile tecrübe edilseydi,
sahibine iâde edilebilirdi. Fakat, siz sahibinden izin almadığınız
için geri veremezsiniz, atı almak mecbûriyetindesiniz.
Hz. Ömer;
- Hak ve adâlet husûsunda boynumuz kıldan incedir, deyip atın
bedelini verdi.
Hz. Ömer, sonu pişmanlık olan iş yapmazdı.
Onun zamanında, Müslümanlar İslâmiyeti İran içlerine kadar
yaydılar. İranlı meşhûr kumandan Hürmizân, teslîm olmamak
için çok direndi, fakat hayatının tehlikeye girdiğini görünce
teslîm oldu. Hz. Ömer, huzûruna çıkartılan Hürmizân’a
sordu:
- Bize söyliyeceğin bir şey var mıdır?
- Var! Fakat önce ölecek miyim, kalacak mıyım bunu bilmem lâzımdır.
- Konuş, sana zarar gelmiyecektir.
- Ey büyük halîfe, önceleri biz İranlılar siz Arabları
öldürüyor, zorla mallarınızı ellerinizden alıyorduk. Ne
zaman ki, Allah size peygamber gönderdi. Ondan sonra bizim
üstünlüğümüz sona erdi. Siz azîz, biz zelîl olduk.
Söz
vermiştiniz
Hz. Ömer, Enes bin Mâlik’e sordu:
- Ne yapalım bunu?
- Öldürmeyelim! Çünkü arkasında büyük bir kalabalık
vardır. Belki onlar, ileride Müslüman olabilirler.
- Fakat o, Resûlullahın kıymetli arkadaşlarını şehîd
etti. Onu sağ bırakmamız uygun olur mu?
- Yâ Ömer bunu öldürmememiz lâzımdır. Çünkü, “Konuş
sana benden zarar gelmez” diye söz de vermiştin.
Hz. Ömer, kim tarafından söylenirse söylensin, doğru sözü
hemen kabûl ederdi. Enes bin Mâlik hazretlerinin bu sözleri
üzerine, onu öldürmekten vazgeçti. Birçok sahâbînin şehîd
olmasına sebep Hürmizân'ın hayatını bağışladı.
Bir müddet sonra da, Hürmizân Müslüman oldu. Ayrıca onun
vesîlesi ile birçok kimse îmâna geldi. Hz. Ömer eski can düşmanını
bile maaşa bağladı. Çünkü adâlet bunu gerektiriyordu.
Adâlet, şahsî fikrin, hissiyâtın üzerinde idi.
Hz. Ömer Şam’ı ziyâret ettiğinde, ordusunun kumandanı Ebû
Ubeyde bin Cerrâh hazretleri büyük bir kalabalıkla
karşıladı.
Hz. Ömer ile kölesi beraberlerindeki tek deveye nöbetleşe
biniyorlardı. Şehre girişte, sıra köleye gelince, Halîfe
devesinden indi. Yerine kölesini bindirdi. Devenin yularından
tuttu. Ayakkabılarını çıkarıp dereden geçti.
Hakîr
bir kavimdik
Uzaktan bakan; deveye binmiş köleyi halîfe, devenin yularını
çeken Hz. Ömer’i de köle zannediyordu. Bunu gören Ebû
Ubeyde bin Cerrâh dedi ki:
- Efendim, bütün Şamlılar, bilhassa Rumlar, Müslümanların
halîfesini görmek için toplandılar. Size bakıyorlar. Bu
yaptığınızı nasıl îzâh edebilirsiniz? Sizi köle
zannedecekler, küçümseyecekler.
Hz. Ömer buyurdu ki:
- Yâ Ebâ Ubeyde! Senin bu sözünü işitenler,
insanın şerefini, vâsıtaya binerek gitmekte ve süslü elbise
giymekte sanacaklar. Biz daha önce zelîl ve hakîr bir
kavimdik. Allahü teâlâ, bizleri Müslümanlıkla
şereflendirdi. Bundan başka şeref ararsak, Allahü teâlâ
bizi zelîl eder, herşeyden aşağı eder.
Bu şekilde şehre girdiler. Gerçekten bu hareketi, onun
şerefini küçültmedi, aksine büyüttü. Biz bile 1400 sene
sonra, burada, örnek bir hareket diye anlatıyoruz. Eğer tersi
olsaydı, o zaman orada unutulup gidecekti.
Halîfe Hz. Ömer, Şam'a gidiyordu. Şam'da vebâ hastalığı
olduğu işitildi.Yanında
bulunanların ba’zısı;
- Şam’a girmiyelim, dedi. Bir kısmı da;
- Allahü teâlânın kaderinden kaçmıyalım,
dedi. Halîfe de buyurdu ki:
- Allahü teâlânın kaderinden, yine O’nun kaderine kaçalım,
şehre girmiyelim. Birinizin bir çayırı ile, bir çıplak
kayalığı olsa, sürüsünü hangisine gönderirse, Allahü
teâlânın takdîri ile göndermiş olur.
İlk
karantina
Sonra Abdürrahmân bin Avf hazretlerini çağırıp sordu:
- Sen ne dersin?
- Resûlullahtan işittim. “Vebâ olan yere girmeyiniz
ve vebâ olan bir yerden, başka yerlere gitmeyiniz, oradan kaçmayınız!”
buyurmuştu.
Halîfe de;
- Elhamdülillah, benim sözüm, hadîs-i şerîfe uygun oldu,
deyip, Şam’a girmediler.
Böylece ilk defa karantina uygulaması yapıldı. Vebâ bulunan
yerden dışarı çıkmanın yasak edilmesine sebep, sağlam
olanlar çıkınca, hastalara bakacak kimse kalmaz, helâk
olurlar. Vebâlı yerde, kirli hava ya’nî mikroplu hava, vebâ
basilleri, herkesin içine yerleşince, kaçanlar, hastalıktan
kurtulamaz ve hastalığı başka yerlere götürmüş,
bulaştırmış olurlar.
Hz. Ömer, devlet başkanı seçildiğinde, Hz. Ebû Bekir’e ta’yîn
edilen maaş kadar ücret alıyordu.
Bu şekilde bir müddet devam edildi. Daha sonra, Hz. Ömer,
geçim sıkıntısına düştü.
Bu durumu gören, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden ba’zıları
toplanıp, bu durumu görüştüler. Zübeyr bin Avvâm
hazretleri şöyle bir teklifte bulundu:
- Kendisine söyliyerek maaşını artıralım.
Teklifi
bildirelim
Toplantıda bulunan Hz. Ali buyurdu ki:
- Bu teklifi kabûl edeceğini zannetmiyorum. İnşâallah kabûl
eder. Gidip teklifi bildirelim.
Bu arada, Hz. Osman söz alıp buyurdu ki:
- Ömer’in hak ve adâlette ne kadar ta’vîzsiz olduğunu
hepimiz biliyoruz. Bu teklifimizi bizzat kendimiz değil,
kendisini kıramıyacağı birine söyletelim. Bunu, kızı Hafsa’ya
anlatalım, o teklif etsin!
Hz. Osman’ın bu teklifi uygun görülerek, beraberce Hz. Hafsa’nın
huzûruna vardılar. Aralarındaki konuşmaları anlattılar.
İsim vermeden, yapılan teklifleri Hz. Ömer’e bildirmesini
istediler.
Hz. Hafsa babasının yanına varıp dedi ki:
- Eshâbdan ba’zıları, senin maaşını az bulmuşlar. Bunun
için maaşını artırmayı teklif ediyorlar.
Hz. Ömer, bu teklife celâllenip sordu:
- Kimdir onlar?
- Fikrini öğrenmeden kim olduklarını söylemem.
- Eğer kim olduklarını öğrenseydim, onlara gereken cezâyı
verirdim. Allahü teâlâya duâ etsinler ki, arada sen varsın.
Sonra kızı Hz. Hafsa’ya sordu:
- Sen Resûlullahın evinde iken, Allahın Resûlünün giydiği
en kıymetli elbise neydi?
- İki tane renkli elbisesi vardı. Elçileri onlarla karşılar,
cum’a hutbelerini bunlarla okurdu.
- Peki yediği en iyi yemek neydi?
- Yediğimiz ekmek, arpa ekmeği idi.
- Senin yanında kaldığı zamanlar, yerde yaygı olarak
kullandığınız en geniş, en rahat yaygı neydi?
- Kaba kumaştan yapılmış bir örtümüz vardı. Yazın dörde
katlar, altımıza yayardık. Kış gelince de, yarısını
altımıza yayar, yarısını da üstümüze örterdik.
Artanı
muhtâçlara vereceğim
Daha sonra Hz. Ömer buyurdu ki:
- Yâ Hafsa, benim tarafımdan, seni gönderenlere söyle!
Resûlullah efendimiz kendisine yetecek miktarını tespit eder,
fazlasını ihtiyâç sahiplerine verirdi. Kalanı ile yetinirdi.
Vallahi ben de kendime yetecek olanını tespit ettim. Artanını
ihtiyâç sahiplerine vereceğim. Ve bununla yetineceğim.
Resûlullah efendimiz, ben ve Hz. Ebû Bekir, bir yol takip eden
üç kişi gibiyiz. Onlardan ilki nasîbini aldı ve yolun sonuna
vardı. Diğeri de aynı yolu tâkip etti ve O’na kavuştu.
Sonra üçüncüsü yola koyuldu. Eğer O da öncekilerin takip
ettiği yolu takip eder, onlar gibi yaşarsa, onlara kavuşur ve
onlarla beraber olur. Eğer öncekilerin yolunu takip etmezse, başka
yoldan giderse, onlarla buluşamaz.
Müslümanlar, bulundukları yerlerde oturan gayri müslim halkı
korumaları altına aldıkları gibi, turist olarak gelen veya
ticârî maksatla gelmiş olan gayri müslimleri de sınırları
dâhilinde koruma altına alırlardı. Onların zarar görmemesi
için, her türlü tedbiri alırlardı. Bunun geçmişte
sayısız örnekleri vardır.
Bize
sığınmışlar
Meselâ, Halîfe Hz. Ömer zamanında, bir ticâret kervanı
gelip, gece Medîne’nin dışına konakladı. Yorgunluktan
hemen uyudular.
Bu sırada, herkes uyurken, Halîfe Hz. Ömer, şehri
dolaşıyordu. Dolaşma esnasında bunları gördü.
Hz. Ömer, Abdurrahmân bin Avf’ın evine gelip, yatağından
kaldırarak buyurdu ki:
- Bu gece bir kervan gelmiş. Hepsi kâfirdir. Fakat, bize sığınmışlar.
Eşyâları çoktur ve kıymetlidir. Yabancıların, yolcuların
bunları soymasından korkuyorum. Gel, bunları koruyalım.
Abdurrahmân bir Avf cevap verdi:
- Çok iyi olur, çok güzel düşünmüşsün, hemen geliyorum.
Sabaha kadar nöbetleşe, bu kervanı beklediler. Sabah
namazında mescide gittiler. Kervanda bulunan bir genç, o sırada
uyanmıştı. Bunları takip edip, arkalarından gitti.
Soruşturup, kendilerine bekçilik eden şahsın Halîfe Hz.
Ömer ile arkadaşı olduğunu öğrendi. Gelip, arkadaşlarına
şöyle anlattı:
- Arkadaşlar! Sabaha kadar iki Müslümanın bizi bekleyip,
eşyalarımızın çalınmasına mâni olduğundan haberiniz var
mı?
- Müslümanların başka işi yok da, bizi mi koruyacaklar?
Üstelik bizim Hıristiyan olduğumuzu biliyorlar.
- Hem de kim korudu biliyor musunuz?
- Kimmiş?
- Müslümanların Halîfesi Ömer.
- Sen yanlış görmüşsündür. Halîfenin, gecenin bu vaktinde
burada işi ne? O sarayında kuş tüyü yatağında yatıyordur.
- Sizin gibi önce ben de inanamadım.
- Sonra nasıl inandın?
- Sabah olup ortalık aydınlanınca, buradan ayrıldılar. Ben
de merak edip arkalarından gittim. Câmiye girdiler. Yolda karşılaştığım
birisine, “Bu kim” diye sordum. “Halîfemiz Ömer” diye
cevap verdi.
Daha
ne duruyoruz?
Bu konuşmaları dikkatle dinleyen kâfile halkı, derin bir
sessizliğe büründü. Kimsenin konuşacak, birşey söyliyecek
hâli kalmamıştı.
Uzun süren bir sessizlikten sonra, içlerinden biri sessizliği
bozdu:
- Daha ne duruyoruz? Bu hâl İslâmiyetin gerçek din olduğuna
delil olarak yetmez mi?
Diğerleri de bu söze katıldılar. Roma ve İran ordularını
perişan eden, adâleti ile meşhûr yüce Halîfenin, bu
merhamet ve şefkatini görerek, İslâmiyetin hak din olduğunu
anladılar ve seve seve hepsi Müslüman oldular.